Pop Up Window

Murat Çakır

Uçurumun kenarında
Türkiye’nin yeni krizinin arka planı üzerine

Türkiye egemenleri arasındaki kapışmada Perşembe’nin geleceği Çarşamba’dan belliydi. Türk generallerinin 27 Nisan 2007 gecesi başlattıkları topyekün saldırı ile, ülkeyi kaosa sürükleyebilecek bir süreç başlamış oldu. Gerçi Türk generallerinin müdahaleleri ve muhtıraları pek yeni bir şey değil. Yeni olan sadece biçimi: ordu yönetiminin sert içerikli muhtırası tam da bilgi çağına uygun bir biçimde internet üzerinden geldi ve anında Türkiye’deki politik gündemi değiştirdi.

AB yakınlaştırma sürecinin Türkiye’deki demokratikleşme çabalarını ileriye götüreceğini bekleyenler, hayal kırıklığına uğramış olmalılar. Gece vakti verilen bir muhtıranın, gerçek bir darbe gibi etkili olması tek başına Türkiye’nin – Batı tarafından övülen reformlara rağmen – hiçbir ilerleme kaydetmediğini göstermeye yetiyor.

Ne olmuştu? Uzun bir zamandır Cumhurbaşkanı seçilemeyeceğinin farkında olan Başbakan Erdoğan şapkasından sürpriz isim olarak Dışişleri Bakanı Gül’ü çıkarmıştı. Meclisteki büyük muhalefet partisi CHP bunu fırsat olarak görüp, meclisteki ilk seçim turunu boykot etmişti. AKP çoğunluğunu buna rağmen turları başlatması üzerine CHP Anayasa Mahkemesine başvurmuştu. Aynı gün, gece geç vakitlerde de Genelkurmayın internet sayfalarında muhtıra yayınlanmıştı. Muhtıranın yayınlanması üzerine olaylar hızla gelişti. 1Mayıs 2007 tarihinde Anayasa Mahkemesi Cumhurbaşkanı’nın seçilebilmesi için mecliste 367 milletvekilinin bulunmasının zorunlu olduğuna karar verdi. AKP ise sadece 361 milletvekilini mobilize edebilmişti. Bunun ardından genel seçimlerin öne alınmasının sinyali geldi ve 458 milletvekilinin oyları ile 3 Mayıs 2007’de erken genel seçim kararı alındı.

Burjuva medyası bu kararı, ülkenin içine hapsolduğu devlet krizinden çıkış yolu olarak yorumlamakta. Ancak bu yorum, gerçekten çok, bir arzuyu, umudu ifade etmekte. Aslında »fırtına öncesi sessizlikten« bahsetmek bu bağlamda daha doğru olacaktır. Çünkü bu kriz Türkiye’nin kendi geçmişi ile yüz yüze kaldığını göstermekte. Çoktan aşıldığı zannedilen sorunların tümü şimdiye kadar olmamış biçimde güncel hale geldiler. Toplum derin bir bölünme yaşamakta ve ülke, kelimenin tam anlamıyla bir uçurumun kenarında. Ülke, kendisini bu durumdan kurtarıp, burjuva demokrasisine giden yolu mu bulacak, yoksa kanlı bir iç savaşa mı sürüklenecek – işte bunu önümüzdeki iki ay gösterecek.

Ordu neden müdahale etti?

Darbe tehditi AKP hükümetini ve AKP’ye oynayan ekonomik elitleri hazırlıksız yakaladı. Gerek Erdoğan, gerekse de sermaye örgütleri AKP’nin meclisteki çoğunluğu ve ABD ile AB’nin desteği nedeniyle kendilerini güvende hissediyorlardı. IMF, Dünya Bankası ve AB’nin dayatmaları yerine getirilmiş, ülke uluslararası malî piyasaların spekülasyonlarına açılmış ve demokratikleşme konusunda kozmetik rütuşlar yapılmıştı. Her şey yolunda gözüküyordu. Muhalif CHP ile milliyetçi kesimlerin yaklaşık bir yıldan bu yana AKP sıralarından seçilecek bir Cumhurbaşkanı’na karşı kampanya yürütmelerine rağmen, bir çok kişi her şeyin (AKP planı) plan çerçevesinde gideceğine inanmaktaydı. Ayrıca, Cumhurbaşkanlığı makamı konusundaki ihtilafın, bir yan savaş alanı olduğu bilinmekteydi

Ancak bu yan savaş alanının önemli bir sembol gücü bulunmakta. Cumhurbaşkanı makamı itibariyle ordunun başkumandanıdır. Devlet içerisindeki, Anayasa hakimleri veya YÖK üyeleri gibi önemli makamlara atamaları yapmaktadır. Anayasa, Cumhurbaşkanı’na bir çok önemli yetkiyi tanıdığından, bu makam rejimin kontrolünü elinde tutan bir yetkili haline gelmektedir. Ayrıca Cumhurbaşkanı son derece yaptırım gücü olan »Millî Güvenlik Kurulu«nun başkanıdır. Cumhurbaşkanlığı, laik devletin, ordu yönetiminin hiç bir zaman kontrolü dışarısına çıkarmadığı sembolik kalesidir. Bu makamda bir islamistin oturması, ordu yönetimi açısından kolay yutulur bir lokma olmayacaktır.

Buna rağmen bu makam ikincil önemde bir sorundur. Generaller için önemli olan statükodur, yani rejim ve devlet, politika ve ekonomi içerisindeki imtiyazlı erktir. Bu erke dokunulduğunda, kıyamet kopmaktadır.

Generaller müdahalelerini »laikliğin tehdit altında olması« ike gerekçelendirmektedirler. Aslında bu, toplum içerisindeki laik kesimleri mobilize etmeye yarayan göstermelik bir gerekçedir ve son haftalarda gerçekleştirilen kitlesel gösterilerde kanıtlandığı gibi, başarılı da olmuştur. Militarist klik, devlet yanlısı medyanın da yardımı ile kitleleri AKP hükümetine karşı sokaklara dökebilmiştir.

Aslında temel laik mutabakatı zedeleyenler ve politik islamı teşvik edenler militaristlerdirç Türkiye yakın tarihinde ordunun zor kullanarak üç kez (1960, 1971 ve 1980) yönetime el koymasına tanık olmuştur. Defalarca yazılı müdahale olmuş ve darbe tehditi savrulmuştur. En son bir darbe hazırlığının yapıldığı öğrenilmişti. Ancak darbelerin ve müdahalelerin asıl hedefi hiç bir zaman islamist güçler olmamıştır. 1980 sonrasında İmam-Hatip Okullarının sayısını katlayarak artıran ve politik islam taraftarlarını devlet bürokrasisi içine alan, diktatör Evren yönetimindeki askerî cunta olmuştur.

Politik islam her defasında gelişmekte olan sendikal harekete ve sol muhalefete, özelliklede Kürt hareketine karşıt güç olarak tasarlanmıştır. Son müdahalede de islamistler sadece görüntüde hedef sayılmalıdırlar. Kontrol edilebildikleri sürece istediklerini yapmalarına ve örgütlenmelerine göz yumulmaktadır. Ta ki Batı tarafından tek muhatap kabul edilmelerine dek.

Üçe bölünmüş toplum

Batı medyası verdiği haberlerde ihtilafın sadece laiklikle ilgili bölümünü verirken, nedense muhtıranın asıl adresini unutuverdi. Ordu yönetimi yanlış anlaşılamayacak bir biçimde ülkenin Kürt nüfusunu ve sol, sosyalist muhalefeti devlet düşmanı ilan etti. Muhtırada yer alan »’Ne mutlu Türküm diyene’ anlayışına karşı çıkan herkes Türkiye Cumhuriyeti’nin düşmanıdır ve öyle kalacaktır« cümlesi açık bir savaş ilanıdır.

Bu, bölünmüş olan Türkiye toplumunda karşılığını bulmaktadır. Yıllardan beri ırkçı-milliyetçi yaklaşımlar körüklenmektedir. Türkiye’nin Batı’sındaki nüfusun önemli bir bölümü açık olarak Kürt düşmanıdır. Güneydoğu’daki savaş nedeniyle köy ve kasabalarından göç ettirilen Kürtler, Batı’da zorunlu iç göçmenler olarak istenilmemektedirler. Sosyal sorunun ve büyük kentlerdeki kriminalitenin bilinçli olarak etnisize edilmesi, medyatik tehdit senaryoları, şehit askerler için yüksek rütbeli subayların katıldığı kitlesel cenaze merasimlerinin düzenlenmesi, antiemperyalist renge boyanmış bir milliyetçi propaganda ve Kürt ile sol-sosyalist partilerinin »bölücü« diye suçlanmaları, linç hukukuna varacak bir toplumsal hava yaratmaktadır.

»Öldürülerek ele geçirilen teröristlerin« kamu mezarlıklarına gömülmesine karşı protesto gösterileri, sezon işçisi Kürtlerin çalıştıkları kent ve kasabalardan kovulmaları, futbol statyumlarında Kürt düşmanı sloganların atılması, gûya »PKK taraftarı« oldukları sanılan, aslında herhangi bir protesto eyleminde bulunan öğrencilerin kitlesel dayaktan geçirilmesi ve buna benzer sayısız olay günümüz Türkiye’sinin olağanlığı haline gelmiştir. Bu kitlesel psikoz, sivil halkın PKK güçleri ile yapılan silahlı çatışmalara seyirci olarak gitmelerine kadar varmıştır. Örneğin Hürriyet gazetesi 7 Mayıs 2007 tarihinde şu haberi vermekteydi: »Hatay’da binden fazla sivil, terörist avında olan askerleri alkışladı. (...) Köylüler, imha operasyonundan sonra başarılı askerlere yemek verdi.« Bu haberi ayrıca yorumlamaya gerek var mı?

Skorsky savaş helikopterlerinin desteğiyle, beş-altı kişilik gerilla grupları 20 bin askerli ordu güçleri ile takip edilir ve »imha operasyonları« haberleri yayılırken, yasal ola tek Kürt partisi DTP küçük sol ve sosyalist partiler ile işbirliğinde erken genel seçimlere hazırlanmakta. Basında yer alan haberlere göre parti, bağımsız adaylık yolunu seçmiş. Kürtlerin yaşadığı bölgelerde hazırlıklar, örneğin birden fazla adayın seçilme şansı olan yerlerde kadın seçmenlerin bir adaya, erkek seçmenlerin de diğer adaya oy vermelerinin hazırlanmasına kadar hayli ilerlemiş durumda. Ancak Kürt-Türk birlikteliğinin bağımsız milletvekillerine kavuşma şansı pek büyük değil. Hem ne yüzde on barajı indirilmiş durumda, ne de bağımsız adaylıkların nasıl olacağı muğlaklıktan kurtarılamamış durumda.

Ayrıca TSK »silahlı seçim kampanyasına« başladı bile. Yoğun askerî operasyonlar ve Güneydoğu’da olası bir olağanüstü hal ilanı Kürtlerin seçim çalışmalarını önemli derecede engelleyecek görünüyor. Türkiye’deki analistler daha şimdiden TBMM’nde 22 Temmuz 2007’den sonra DTPli vekillerin olmayacaklarını varsayıyorlar.

Türkiye’deki bazı sol kesimler ise, ülkedeki politik haritanın Türk ve Kürt olmak üzere çoktan ayrıştığı görüşünde. Hatta Kürtlerin yaşadıkları bölgelerde kendi parti örgütlenme faaliyetlerini dahi sürdürmüyorlar. Türkiye’deki Kürt nüfus da durumu kabullenmiş gözüküyor. Türkiye’de doğmuş olan bir çok Kürt genci, Kuzey Irak’taki Kürt otonomi bölgesine geçerek, Kürt üniversitelerinde okuyorlar. Zengin petrol kaynakların ve görece yüksek kişi başına gelire sahip olan Kuzey Irak Kürt otonomi bölgesi, Türkiye’nin gelişmemiş olan Güneydoğu bölgesinde yaşayan Kürt nüfus için bir çekim merkezi haline gelmiş durumda. Gerek otonomi bölgesi lideri Barzani, gerekse de, kendisi de bir Kürt olan Irak Devlet Başkanı Talabani Türkiye’deki Kürt nüfusuna sempatilerini açıklıyorlar. DTP’de bu sempati gösterisini yanıtsız bırakmıyor.

Kuzey Irak’ta ortaya çıkan bu yeni durum, Orta Doğu’daki devinim süreci ve ABD’nin bölge hakkındaki uzun vadeli planları, Türk egemenlerinin çelişkilerini derinleştiriyor. Genelkurmay Başkanı Büyükanıt bu bağlamda ülkenin toprak bütünlüğünün stratejik korunmasının tehlikeye düşmesinden bahsediyor ve açıkça bu gelişmenin sorumlusu olarak ABD’yi gösteriyor.

Büyükanıt gerek Washington ziyaretinde, gerekse de Ankara’da 12 Nisan 2007’de düzenlediği basın toplantısında çekinmeden Kuzey Irak’a askerî müdahale talebinde bulunmuştu. Ardından bir çok gazete, Irak sınırında 400 km uzunluğunda ve 50-60 km derinliğinde bir tampon bölge gerçekleştirme planları üzerine spekülasyonlar yürütmüştü. Böylesi planların ordunun eli altında olduğu, Türkiye’de bilinen bir sır. Ancak generallerin bu riske girmeye henüz karar vermedikleri de belli.

Son 20 yılın politikaları ve bu yeni gelişmeler, Türkiye’deki Kürt nüfus ile diğer kesimler arasında derin bir uçurumun oluşmasına neden oldu. Ama toplumsal temelleri sarsan sadece bu bölünme değil. Toplumun tam ortasından başka bir bölünme, kültürel bir ayrışma geçmekte. Bu bölünmeyi geri çevirmek ise son derece büyük enerji gerektiriyor. Ayrışma, yaşam hikâyeleri, dünya görüşleri ve gelenekleri tamamen farklı olan iki toplumsal kesim arasında yaşanmakta ve sertleşen cepheleşmelere neden olmaktadır.

Ayrışmanın bir tarafında »modern« Türkiye’nin kurulduğu günden bu yana elitler tarafından dışlandıklarını hisseden bir kesim durmaktadır. Genellikle Anadolu kökenli, muhafazakâr, Türk-İslam dünya görüşüne sahip, büyüyen ekonomik kaynakları elinde tutan ve yeni orta tabakayı oluşturan insanlar bu kesimin içerisindedirler. Bunlar, »alt tabakanın« geniş bir bölümü ile birlikte AKP seçmenleri oluşturmak ve bu biçimde de küçümsenmemesi gereken bir politik güç haline gelmişlerdir. Son derece heterojen olan bu grup, paternalist baskı olarak algılanan devlet laisizmine karşı çıkma ve kendi sıralarından gelen yeni politikacı »sınıfı« ile ülkenin politik ve iktisadî kaynaklarından kendi »paylarına« düşeni isteme konusunda birleşmektedirler.

Diğer tarafta ise eski »modern« orta ve üst tabakalar durmaktadır. Bu grup, genellikle Batı yönelimli, kendilerini aydınlanmış Türk olarak ifade eden ve AKP’nin güçlenmesini, yaşam tarzlarına yönelik bir tehdit olarak algılayan kesimlerden oluşmaktadır. Türkiye solunun bir kısmı tarafından »beyaz Türkler« veya »Türkiye İsviçresi« olarak nitelendirilen bu grup, »antilaik tehdite« karşı ordu ve rejimi göreve çağırmaktadır. Bu kendiliğinden olan bir gelişme değildir, çünkü hakimlerin savcıların, subayların ve bürokrasinin önemli bir kesiminin kökeni »beyaz Türkler«dir.

Son haftalarda yaşanan ihtilaflar bu bölünmedeki paradoks durumu göz önüne çıkarmıştır: Batı yönelimli, laik »beyaz Türkler«, Batı demokrasilerinin değerlerinden uzaklaşır ve kısmen nasyonalsosyalistçe parolalarla askerî vesayet rejimine daha sıkı sarılırlarken, Batı yönelimli olmayan katmanlar ise, ekonomik ve politik çıkarlarını sadece böyle koruyabilme fırsatına sahip olacaklarını düşündüklerinden, parlamenter demokrasiye sahip çıkmaktadırlar. Bu nedenle, islamî bir parti olan AKP’nin politik söyleminde kendisini en fazla Avrupa taraftarı parti olarak göstermesi, bir tesadüf değildir.

Ala Turka demokrasinin iflası

Toplumun bu üçe bölünmüşlüğü, politikanın en minimal demokratik çözüm yolları gösterme beceriksizliği ile birleşerek, Türkiye’yi tek bir kıvılcımla havaya uçacak ve bölgenin bütününü yangın yerine çevirebilecek bir barut fıçısı haline getirmektedir. Meclisteki tüm partilerin durumun bu hale gelmesinde büyük suçları vardır.

Gerek hükümet partileri, gerekse de muhalefet partileri, 1982’de askerî cunta tarafından dayatılarak kabul ettirilmiş olan antidemokratik Anayasa’yı, burjuva demokrasisinin gelişebilmesi yönünde değiştirilmesi için adım atmaktan çekinmişlerdir. Şu ana kadar AB üyelik süreci çerçevesinde uygulamaya sokulmuş olan »demokratik reformların« tümü, militaristlerin güçlerini dayandırdıkları Anayasa’nın özünde hiç bir değişiklikliği sağlamamışlardır.

Tam tersine: Erdoğan ve AKP uzun bir süre, güç dengelerini ellememeleri koşuluyla iktidara ortak olabileceklerini zannetmişlerdir. AKP Kürt Sorunu’nda diyalog ve politik çözüm yerine sertleştirme yolunu seçmiştir. AKP’nin hükümet politikalarını neoliberal iktisat, vergi ve malî politikalar, masif sosyal hak budanımı, sendikaların zayıflatılmasına yönelik yeni tedbirler ve iç politik baskının artırılması belirlemiştir. 1 Mayıs 2007’de İstanbul’da olduğu gibi polis şiddeti ile sendikalara, sosyal hareketlere ve sol muhalif gruplara saldırırken, bürokraside kadrolaşma girişimleri ile laik kesimlerin tepkisini provoke etmişlerdirç

AKP hükümeti muhtıradan sonrada beceriksizliğini gösterdi. Milliyetçi ve sağpopülist propagandanın baskısı altında sadece kısa vadeli iktidar kaygıları ile gerçekleştirdikleri seçim yasaları ve Anayasa değişikliği kararları ötesinde bir varlık gösterememişlerdir. Cumhurbaşkanlığı seçimlerine yönelik Anayasa değişikliğinin büyük bir olasılıkla görevdeki Cumhurbaşkanı tarafından veto edileceği biline biline, meclisteki AKP çoğunluğu bu yönde bir karar alınmasını sağlamıştır. Yüzde onluk baraja ise hiç dokunulmamıştır. Görüldüğü kadarıyla – seçimlerin öne alınmasının haricinde – bu mecliste mutabakat bulunması olanaksızdır. Türkiye böylece kutuplaşan ve zehirlenen bir atmosferde seçim dönemine girmiştir.

Ne olacak / olabilir?

Seçimlerin öne alınması nedeniyle bir çok gözlemci : »Askerî müdahale durumunda bir sertleşme beklenmemelidir« görüşünde birleşiyor. Doğru, ama sadece seçie kadar. Seçim sonrasında ne olacağı, seçim sonuçlarına bağlıdır. Yüzde on barajı partileri birleşmeye zorlamaktadır. DYP ve ANAP »Demokrat Parti« de birleşmiş, CHP ve DSP’nin de aynı yolu seçmesi muhtemel gözüküyor. Neofaşist MHP ise milliyetçiliğin körüklenmesinde yeni fırsatlar görüyor. Güçlü sermaye örgütü TÜSİAD ise, generallerin AKP’yi sıkıştırmasından sonra bekleme pozisyonuna geçti.

Bu durumda AKP’nin 2002’de elde ettiği sonuçları alması zor gibi görünse de, olanaksız değil. »Beyaz Türkler« her ne kadar AKP’nin içinde olmadığı bir hükümeti arzu etseler de, bu ancak meclise dördüncü bir partinin girmesi ile olanaklı olacak gibi gözüküyor. Eğer Kürt ve Türkiye solunun oluşturacağı ittifakla meclise bağımsız adayların girmesi durumunda, bunların dengeleri belirmesi söz konusu olacak. Ancak bağımıszların seçilmesi, militarislerin pek kabul edebileceği bir sonuç olmayacak. 22 Temmuz 2007 seçimleri hangi sonucu verirse versin, belli olan tek şey, bu seçimlerin demokratik ve adil olmayacağıdır.

Peki generaller? Ordu yönetiminin bundan sonraki tavırlarını etkileyen çok sayıda iç ve dış politik etken söz konusudur. Güçlerini kaybetmeme iradesi herhalde en güçlü motivasyondur. Bu nedenle egemen genel kanının tersine, Türkiye’deki krizin bu yıl içerisinde derinleşeceğini düşünmekteyim. Generaller hem tükürdüklerini yalamak istemeyeceklerinde, hem de militan bir sivil yapıya hükmettiklerinden, özellikle Kürt Sorunu’nda bir geri adım atılması söz konusu değil gibi. Kürt nüfus da şimdiye kadar olduğu gibi yönetilmek istememektedirler. Zorla parlamentonun yolu kesilirse, Kürtlerin gideceği yer silahlı mücadele olabilir. Bu ise, bölgenin tamamını, hatta Avrupa’yı da etkileyecek bir biçimde krizi tırmandıracaktır. İşte o zaman hiç te arzu edilmemesi gereken kanlı, savaş dolu yıllar bizi bekliyor demektir.

Haziran 2007'de »Sozialismus« dergisinde yayımlanmıştır

Tüm yazı ve çeviriler kullanılabilir. Dergimizin kaynak olarak gösterilmesi rica olunur.
Alle Beiträge und Übersetzungen können übernommen werden. Hinweis auf unsere Seite wird gebeten.