"İslam hasta..."

Frankfurter Rundschau gazetesinin 7 Aralık 2002 tarihli “Magazin” ekinin Tunus asıllı Fransız yazar Abdülvahab Meddeb ile yaptığı röportaj.

(Çeviri: Murat Çakır)

Abdülvahab Meddeb’in kitaplığı, kültürlerin çatışması tezi ile çelişiyor. İslam mı Batı’ya savaş açtı? Ama bu Paris’in eski yapılarından birindeki dairede Şark ve Garp klasikleri yanyana duruyor: Averroes’in yanında Voltaire, Nietzsche’nin Zerdüşt’ünün yanında Sufi’lerin kuralları... Ancak edebiyat profesörü ve romancı olan Meddeb, 11 Eylül’den bu yana İslam sanatının ve kültürünün Batı’daki temsilcilik rolünü bir kenara bırakmış. O günden beri 56 yaşındaki yazarın tüm hiddeti İslam’a yönelmiş. Hesaplaşması da çok açık bir şekilde “İslam’ın hastalığı” adını taşıyor (Die Krankheit des Islam, Wunderhorn yayınevinde yayımlandı). Tunuslu bir ilahiyatçı ailenin oğlu, müslüman aydınlar arasında benzersiz bir radikallikte yarı cahil kitlelerin fanatikliğinde sivrilen köktendinciliğin yükselişini eleştiriyor. Meddeb “İslam, tarihinin en feci krizini yaşıyor” diyor. Ama dünyalar arası gezgini, bu hastalığın terapisini de tanıyor: “Bunu bize Batı gösterdi: Terapinin adı aydınlanmadır”.
Mösyö Meddeb, Ramazan ayı yeni bitti. Oruç tuttunuz mu?

Hayır, hiç.

Camiiye gidiyor musunuz?

Hayır, artık gitmiyorum. Ama çocukken çokca giderdim. Tunus’da doğdum – orada 9. Y.Y.’dan kalan çok nefis bir camii var. Bir şahaser, İslam’ın en güzel camiilerinden biri. Babam İlahiyat Doktoruydu ve orada ders verirdi. En çok geceleri dua etmeyi severdim. Ramazan ayında her gece bir saat kurandan okunur, ta ki İslam’ın en çok kutsal saydığı son geceye kadar: İşte bu gece kuran gökten peygambere inmiş. Bu geceleri severek hatırlarım. Hem çok değerli, hem de namaz kılmanın bütün hareketlerinin yapılması gerektiğinden yorucu oluyordu. İmamı dinlerken genellikle rüyalara dalardım. İmam, amcamdı.

Çocukluğunuzun dinî dünyasından ne zaman koptunuz?

16 yaşındaydım. Başlangıçta bir suçluluk duygusu vardı içimde, daha sonra kendimi özgürleştirme arzusu daha güçlendi. O zamanlar şöyle düşünüyorduk: Din, ihtiyarların işidir. Biz gençler ender namaz kılardık. Ama bunun altmışlı yıllarda olduğunu bilmelisiniz. O dönemler gerici İslam’ın bugün olduğu gibi bir etkisi yoktu. Çağ, çağdaş bir Başkan olan Bourguiba’nın çağıydı.

Yani bir nevî Tunus’un Atatürk’ü.

Kesinlikle. Bourguiba’da laik bir devlet adamıydı. Bir Ramazan günüde televizyona çıktığında, bir bardak su aldı ve içti. Orucu bozduğunu gösteren bu tavrı teatral bir jestti. Bourguiba ardından: “Asıl Cihad budur. Gâvurlara karşı verilen savaş değil, geri kalmışlığa verilen savaş gerçek Cihaddır. Oruç tutan gücünü kaybeder ve doğru düzgün çalışamaz. O zaman devletin bütünü durur ve asıl kötü budur” Provoke etmek istiyordu ve Cihadın iki ilkesine değindiğinde haklıydı. Hadislere göre sıradan savaş küçük Cihaddır. Asıl Cihad ise, insanın kendi kendisiyle verdiği mükemmelleşme mücadelesidir.

Sizi asıl Cihad mı İslam’dan uzaklaştırdı?

Okulda Sartre’yi, Simone de Beauvoir’i, Heidegger’i, Nietzsche’yi okuyorduk. Bizler de okuduğumuz yazarlar kadar akıllı ve bilge olmak istiyorduk. Tabii ki bizler de mükemmelliği hedefliyorduk, ama bunu İslam ile ilişkilendirmeden.

Anneniz ailede hangi rolü oynuyordu?

Geleneksel anne rolünü. Tunus’un büyük ailelerindendi, bir aristokrattı ve büyük bir konakta büyümüştü. Çok kültürlü bir kadındı. Konuştuğu zaman şık bir dil kullanırdı – gündelik hayatın basit Arapçasını değil. Yazı yazarken de, dil geleneği korunabilir, eğer insan kendi stilini bulursa. Kullanılan lisana nefes alma ile uyumlu bir müzik verilebilir. Bu yaklaşımı anneme borçluyum. Güçlü bir dili vardı.

Örtülü müydü?

Evet. Kızkardeşlerim de. Ta Bourguiba Tunus’un kadınlarını açana kadar. Bu konuda özellikle ablamı hatırlarım: Ablam, liseye gitmesine müsaade edilen üç kızdan biriydi. Ve aile içerisinde, bütün kuzenleri başlarını açtıklarından, hep tartışıyorduk. Babam ise, en fazla direnenler arasındaydı.

Ablanız neden başını açmak istedi?

Diğer kızlardan farklı olmaya dayanamadığından bunu istedi. Yani normal olmak istiyordu, çünkü o zamanlar Tunus’ta onun yaşında olup başını örten kız sayısı azdı. Ve lise diplomasını aldığında mükâfat olarak babamdan başını açma iznini aldı.

Bugün ise türban İslam dünyasının önemli bir bölümüne geri geldi.

Günün birinde Paris’te gezinirken türban ile karşılaştım. O zaman şoke olmuştum. Müslüman kadınlar kendi kimliklerini vurgulamak için türban taşısalar bile, benim için türban, esaretlerinden haberleri olmayan esirlerin simgesidir. Kadınların horlanmasının, ezilmesinin ve değersiz sayılmasının göstergesidir. Bundan hiç kuşkum yok.

Türban için dinî bir gerekçe var mı?

Evet. Kadının yabancı birisine güzelliğini göstermemesini emreden kuran sureleri var. Cinsiyet ayrımına ve kadınların kapatılmasına ilişkin kesin kurallar bunlara dayandırılmaktadır. Aslında, kadınlar için örtünmesyi emreden sure hayli ilginçtir. Verilen mesaj kadınlara ve erkeklere, inananlara ve inanmayanlaradır ve çeşitli talepleri tekrarlamaktadır: namuslu olun, cinsiyetinizi örtün, sadece yasal seksüel ilişkide bulunun ve sonunda sadece kadınlara yönelik bir kural var: örtünme kuralı. Örtünme ile eşitsizlik başlamaktadır. Bu o çağ için, yani 7.YY için ilerici bir adımdı – her iki cinsten müminlere yönelikti. Yani keramet sadece erkekler için değildi. Kuranla birlikte kadınlar ilk defa hukukun subjeleri olabildiler. Öncesinde ise hiç bir hakları yoktu. Ama kuranın bir çok şeyde ileri olduğu konu gibi, bu da gericiliğe dönüştü.

Bugün hiç kimse İslam’ı kadın dostu veya duysal bir din olarak tanımlamayı aklına getirmez.

Ama önceleri bu böyleydi. 17.YY’dan beri Şark’ı özgürlük, duyumsallık ve suç duygusu olmaya sevgi olarak keşfeden Avrupalıları düşünüyorum. Bu gezginler İslam’da, Hıristiyan eğitimin tam aksine olan bir vizyonu, zevkten duyulan keyfi buluyorlardı. Avrupa tutucuydu, İslam ise özgür. Ve bugün işte bu tam tersine döndü.

Fransız skandal romancısı Michel Houellebecq kısa bir süre önce bir mahkemeden, İslam’ı “en aptal din” olarak tanımlama hakkını elde etti.

Mahkeme önünde Michel Houellebecq lehine beyan vermekten çekinmezdim. Bir yazar olarak başka bir yazarı desteklerdim. Hatta daha da ileri gidiyorum: Bizde, Avrupa’da kutsal olan artık dinî değil. Kutsallık, kendisini sembolik şekillere geliştirdi. Ben kutsallığı şiirde, edebiyatta buluyorum. Kutsal olan nedir? Bir yaşamı, alınan bir karar gereği tüm radikalliği ile sürdürme gerçeği. Ne olursa olsun sadece yazmak ve kabul göreceğini bilmeden bir metinle bunu yapmak, bu yola sadık kalmak. Bu çok zor bir imtihandır. Bu nedenle yazarlığı - aynı cümlenin mutlak özgürlüğü gibi imtiyazlı kılmaktayım.

Ama Houellebecq içeriksel bir tanımda da bulundu. Siz ne diyor sunuz? İslam, diğer dinlerden daha mı aptalca?

Köktendinci İslam, insanlık tarihinin en aptal dinidir. Bunun altını çizerim. Ve ardından şu soruyu soruyorum kendime: Nasıl oluyor da, hadisinde yeki ve sevece olan bir din, suçlu ve tiksindirici denlebilecek bir dine dönüştü? Suçlu ve tiksindirici tanımlaması, aptallığın edebî şeklidir. Bir bardak fazla içince “aptalca” denir.

Kitabınızda “İslam hasta” diyorsunuz.

Hastalık mecazı edebiyatta hayli yaygındır. Bunu yazarken, fanatizmi ve hoşgörüsüzlüğü Katolisizmin hastalığı olarak teşhis eden Voltaire’i düşündüm. Ve “Doktor Faustus” ile bağlantılı olarak Nazizmi Alman hastalığı olarak teşhis eden Thomas Mann’ı düşündüm. İşte bu nedenle: köktendincilik, İslam’ın hastalığıdır diyebilirim.

Kim sizce bir köktendincidir?

Bununla sadece terörist ve şiddet yatkını köktendinciliği kastetmiyorum. Bence bunlar bir azınlık. Bunlar, Batı’ya karşı bir savaş sürdürmekteler ve kendi silahları ile bunları

Köktendinci İslam, insanlık tarihinin en aptal dinidir. Bunun altını çizerim.
yenmek olanaklıdır. Bence asıl büyük tehlike yaygın olan köktendinciliktir. Bunlar, görünüşe göre kimse ile savaş aramayan, ama otoriter bir İslam’ı yaşayan cemaatlerdir. Gündelik yaşamın bütünü sürekli dinî pratik çağrısı altındadır.

Analiziniz yüzyıllar öncesine dönüyor: Diyorsunuz ki, İslam’ın subjesi önyargılarca kemirilmiş. Bir dönemler en ilerde olan müslüman medeniyet bilimsel kreativitesini kaybetti ve nüfuz gücünü kaybetmesinin üstesinden hiç gelemedi. Tüm terörist taşkınlıklar ile birlikte aktüel olan arkaikliğe dönüşü, Arap dünyasının bu hastalığı iyileştirme çabaları olarak yorumluyorsunuz.

Evet, bu hastalık hissiyatını yazdığım köktendinciliğin jenealojisinin başlangıç noktası olarak alıyorum. Bunu yaparken “Moralin Jenealojisi” adlı eserinde Arapları aristokrat morali tanıyan bir ulus olarak niteleyen Nietzsche’yi çağrıştırıyorum. Ben, İslam için belirleyici olan bu aristokrat moralin, hastalığa ve hınca dönüştüğü tarihsel noktayı bulmaya çalıştım. Aristokrat morali olan bir insan evet diyendir, verendir, bir dünya kurandır. Hınç duyan bir insan ise, hayır diyendir, karşı çıkandır, vereceği olmadan alandır. İslam ülkeleri demokratikleşmeye geçtiklerinde, insanlar demokrasisiz demokrasiyi tanıdılar. Bu çok bulanık süreç içerisinde kendini aniden, sadece görünüşte Batılılaşmış olan çok komplike bir toplum içinde bulan yarı cahil büyük bir kitle oluştu. İşte bu mutsuz yarı cahille köktendinciliğin tarlasını oluşturmaktadırlar.

11 Eylül saldırganlarını başarılamamış Batılılaşmanın tipik örnekleri olarak yorumlamışsınız: Yani, kendileri bir uçak icat edecek veya en azından inşa edecek kadar kreatif değillerdi...

... ama onları başarılı bir şekilde kullanıyor ve bomba haline getiriyorlardı. Bu büyük bir paradoks: Bir çok İslam ülkesinde geleneksel arkaik düşüncenin yanısıra Amerikanvari tüketicilik sürdürülmektedir. Bunun en iyi örneği Suudi Arabistan’dır. Batılı ülkelerle ittifaka girerken, aynı zamanda bütün islamî dünyayı tehdit eden içsavaşı onlar teşvik etmiştir. Kitapta yazılana körü körüne inanca geri dönüşü öğreten ve finanse eden onlardır. Bunun sonucu ise bir “tabulka rasa”dır. Köktendincilerin dünyası, atombombası sonrasının dünyasıdır.

Batı’nın ve ABD’nin neden tehdit edildikleri hissine kapıldıklarını anlıyor musunuz?

Öyle zannediyorum ki, reel tehdit çok fazla abartılıyor. 11 Eylül’den beridir bir çoğu savaşın ilan edildiğini sanmaktalar. Ama bunların ne savaşı sürdürmeye ne de kazanmaya yetecek olanakları var. Onlar savaşı kaybedeceklerdir. Evet, zarara yol açacaklar, hem de çok büyük, belki de daha feci suikastlar düzenleyeceklerdir. Ancak, her yeni suikast zayıflığın bir işaretidir. Zayıf olanın silahı, güçlü olanın zayıf noktasını bulmaktır.

Terör pilotu Muhammed Atta’nın vasiyetini okuyunca insan sürekli yıkama farzları içeren pak bir İslam ile ilgili tuhaf bir kült ile karşılaşıyor.

Bu çok kötü bir şey. Bu sadece derin bir hastalık. Yani kesin psikoanalitik bir durum.

Suudilerin taş devri İslam’ını bir nevî akıl hastalığı olarak nitelendiriyorsunuz. Bazen bu şiddet yanlılarının intikamından korkmuyor musunuz? Salam Rushdie, Muhammed’in yaşamı ile ilgili yazdıklarının bedelini bir fetva olarak aldı.

Benimde mi fetva almamı istiyorsunuz? Hayır, şimdiye kadar tehdit almadım. Ama, tabiiki şiddetle reddedilişler yok değil. Örneğin bana, aslında son derece saçma olarak, köktendincilik ile Nazizim arasında kurduğum analogi ile Nazizmi meşrulaştırdığım suçlaması yapıldı. Çokca :”İsrail insan haklarını ayaklar altına alırken, sen böyle bir kitap yazıyorsun” suçlaması yapılıyor. Kitabın başlığı tek başına hayli reaksiyona yol açtı. Eğer başlık olarak “İslamın Hastalığı”nı seçtiysem, bu İslam’ın bir hastalık olduğu anlamına gelmez, sadece bir hastalığa yakalandığını vurgular. İslam’ın hasta olmadığını hiç kimse söyleyemez. Bu, İslam tarihinin en feci momentidir.

Neden dinin asıl hastalık olduğu radikal teşhisi yapmayı denemiyorsunuz? Yoksa gizliden Nietzsche’nin ünlü “Tanrı öldü” cümlesine mi inanıyorsunuz?

Evet, kesinlikle böyle düşünüyorum. Ancak bu mesajla İslam dünyasında hiç bir şey değiştiremezdim ki. Bunun hiç bir faydası olmaz. İnsanlar bunu anlamaz. Aptal olduklarından, bunu kelime anlamı ile anlarlar. Nietzsche’de ise bu bir ilkedir, slogan değil. Tanrı fiksiyonunun doğduğu yer insanlık için en üretken yerdir. Bunu Nietzsche söyler. Ve dinlerin enerjilerini ve kaynaklarını hayatta tutmak önemlidir. Ama bu yeri oturulabilir kılan fiksiyonlara inanılmıyorsa, burada nasıl oturulabilecek? Bu yerin oturulamaz olduğunu bile bile – ki Nietzsche bunu aklını kaybederek ödemiştir – bu yerde nasıl kalınacak? “Ve Zerdüşt konuştu” projesi burada başladı. Nietzsche’nin yankılarını bütün islamî sofîlerde buldum. Gerçi onlar daha tanrının ölümüne gelmemişler, ama o yoldalar. Tanrı fiksiyonuna inanmayan çağdaş bir insan nasıl böylesi ürkütücü yerde kalabilir?

Yani, gene de içten içten dinî duygulara yakın oluyorsunuz?

Evet. İnsan öylesine zayıf, tanrı öylesine güçlü ki, insan öyle ya da böyle tanrıyı içerisinde taşıyor.

Röportaj: Brigitte Kols ve Barbara Mauersberg.

Başa dön
Nach oben