DEMOKRATİK BARBARLIK İÇİN GÖÇMEN COĞRAFYALARI

“Gırtlağımızda bir harf büyüyor.

OSMAN ÇUTSAY

Artık Almanya’nın bir göç ülkesi olduğu açıkça kabul ediliyor. Geleneksel muhafazakar güçler bile, Hıristiyan demokratlar, liberaller vs., şu ya da bu itirazlarını ekleyerek de olsa, Avrupa’nın bu motor ekonomisinde, gelinen noktadaki ihtiyaçların sineye çekilmesi gerektiği konusunda çağdaş muhafazakarlar, sosyal demokratlar, yeşiller vs. ile hemfikir.

İtirazlar elbette var. Bu, onların hâlâ klasik ölçüler içinde muhafazakarlık yapabileceklerine inanmalarından kaynaklanıyor olabilir. Ama herhalde daha önemlisi, toplumsal dinamiklerin onları önüne katması ve bu inatla toplumun kendilerini ciddiye almayacağını anlamış olmalarıdır.

Bu, ne demektir?

Belki, şu: Federal Almanya, gerçekten her bakımdan ağır geçmişinden yavaş yavaş kurtuluyor ve kurtuldukça da göç politikasının getirilerini öne çıkarıyor. Kazanacaklarını ve yitireceklerini daha rahat karşılaştırıp tartabiliyor. Avrupa’yı arkasına almış bir dünya devi olarak, bu ülke ve ekonomisi, daha doğrusu Alman iş alemi, göç politikalarının böyle bir öncü ekonominin rekabet gücü için taşıdığı önemin farkında.

Alınan kararlar, çıkarılan yasalar ve atılan adımlar, Almanya ekonomisinin gereklerinden, bir başka ifadeyle, böyle bir sanayi toplumunun bu tür adımlar atılmazsa fazla ayakta kalamayacağının görülmesinden doğuyor.

Sosyal demokratlarla yeşiller, modern bir muhafazakârlığı temsil ediyor artık. Bir refahın korunmasında göze çarpan yer yer şoven eğilimler, ki biz buna “refah şovenizmi” de diyebiliyoruz, bu refahı yaratan ekonominin modern silahlarla dışardan gelecek baskınlara, azgelişmişlerden kaynaklanan yoksul emek ordularının baskınlarına karşı pek yararlı olabilir.

Alman göç politikalarını en önemli perspektifinde gelişkin ve nitelikli işgücü, “yaratıcı işgücü” toplama gereksinimi yatıyor. Bu ülke, kendisine rekabet gücü sağlayacak yaratıcı işgücünü kendi olanaklarıyla yaratamayacağını fark etmiş durumda. Nüfusu yaşlanan bir refah ekonomisi, dışardan gelecek katkılara, sadece ihracat nedeniyle değil, başka nedenlerle de bağımlıdır. Dolaysız bir bağımlılık bu ve bunu da doğrusu zor kullanarak, hele hele içerde zor kullanarak bir darboğaz halinden çıkarmak kolay değil.

Ama bu zor kullanma hali olmadan da içerdeki halka, yani çoğunluktaki Alman halkına, bir güven vermek ve ondan iktidar desteği almak kolay değil.

Sorun, işte böyle bir yataktan besleniyor.

Bu da klasik veya geleneksel muhafazakarlıkları tarihe gömüyor. Modern muhafazakarlığın rengi pembe ve yeşile çalıyor: SPD-Yeşiller iktidarı, aslında bayağı gecikmiş bir müdahaleydi.

İçerde izlenecek ve dış dünyadaki yaratıcı işgücünü bu ülkeye gelmekten alıkoyacak politikalar, dış pazarlara mal ve hizmet satmak üzerine kurulu bir ihracat ekonomisinin ihtiyaçlarını gideremez. Bu, hatta, onu boğmak demektir.

Böyle bir çelişki, Beckstein ve Schily gibi, son tahlilde pek parçalanmış kişiliklere de yol açabilir. Elbette Beckstein veya Schily, biri bir eyaletin, Bavyera, diğeri de Almanya’nın içişlerinden sorumlu bakanları olarak, yabancıları seviyorlar, göçmenleri de seviyorlar. Ama içerde politika yapmak için ısrar ettikçe ve görevlerini hatırladıkça da göçmen toplumu hedef almaktan kurtulamıyorlar.

Doğrusu, bu tür sevimsiz görevler için iyi paralar ödenmesi ve şöhret desteği verilmesi boşuna değildir.

Avrupa’nın önündeki Almanya

Federal Almanya, açık bir biçimde Avrupa’nın öncüsüdür. Avrupa Birliği de Avrupa ekonomisi de, son tahlilde, ondan soruluyor. Üstelik Balkanlar’dan Orta Asya’ya kadar daralıp genişleyerek ilerleyen bir Alman koridorunu da iktisadi gücüyle kurabilmiş görünüyor. Balkanlar, Yunanistan, Türkiye, İran kuşağında bir şey, iyice belirgindir: Bu ülkelerin reel ekonomilerinde en etkili damga Almanya kökenlidir ve bu bölge, kesinlikle bir “euro bölgesi”dir. Dolar bölgesi olmaktan hızla uzaklaşıyor.

Şimdi önemli bir tıkanma, bu ülkelere yönelik içerdeki göçmen politikaları olabilir. Almanya, artan ihtiyaçları nedeniyle, 40 yıl öncesinden farklı olarak, yaratıcı bir emek ithalatına bağımlı durumdadır. 40 yıl önce gelenler, “niteliksiz işgücü” olarak literatüre geçmişti. Bu, kimsenin sırrı değil. Şimdilerde gelmesi istenenler en son teknolojiyi kullanabilen ve hatta onu geliştiren insanlardır. Yabancı insanlar, ama teknolojide sınır tanımayacak kadar yetenekli ve uluslararası piyasalara entegre bir gruplar dinamiği ile karşı karşıyayız. Göçün bünyesi de değişiyor.

Berlin, yakın çevresinden bu insanları özellikle “Doğuya Genişleme” perspektifiyle daha kolay toplayacaktır. Orta ve Doğu Avrupa’nın, sosyalist ekonomileri döneminde kurdukları bilimsel ve toplumsal altyapı, eğer hastalıklı bir anti-komünizm ile yaralı değilse, her normal beynin saptayabileceği bir olanaktır. İşte bu olanaktan öncelikle Alman ekonomisi yararlanıyor. Yani sosyalist bir altyapının üzerinde emperyal bir güç yükselmeye başlıyor. Almanya, Avrupa bölgeleri içinde bu yükselişe en hazır ekonomidir: Böylece bu bölgelerde yetişen beyinleri kendine çekebilecek ve bunlardan yoksun bu ekonomilere de biraz daha gerilemekten başka yapacak bir şey kalmayacaktır. Olabilir. İyi...

İyi de, son derece uygun bir göçmen politikası izleseler diyelim Almanya ve aksın diğer ucundaki Fransa, bunun Orta Avrupa, Doğu Avrupa ve hatta Türkiye’nin de içinde bulunduğu Güney Avrupa’daki ülkelere ne yararı dokunacak?

Buralarda yetişmiş, zaten çok zor yetişmiş yaratıcı beyinler hızla Avrupa’nın merkezine, Almanya’ya kapılanacaklar. Bu, trajik bir şey. Çünkü, sömürgeler dönemindeki hammadde satışına zorlanmış, o alanda uzmanlaşmış ülkelerin kaderini hatırlatıyor.

Sermayenin yeni bir ortaçağ zaferini kutladığı şu zamanlarda, ekonomilere de doğrusu böyle anakronik bir sanayi devrimi sefaleti yakışıyor.

Almanya’nın, göç politikalarında, içerde göçmenlerin “haklarını” arttırıcı bir düzenlemeye yönelmesi, ekonominin zorlamasıyla ilintilidir ve bu alanda göçmenleri, yaratıcı, gelişmiş işgücü halindeki göçmenleri pek bir sorun beklemiyor.

Ama bu göçmenlerin köklerinin bulunduğu ülkeleri çok ağır sorunlar bekliyor. Bu da bu ülkelerdeki toplumsal çatışmaların daha bir sertleşmesini beraberinde getirecektir.

Bir süre öncesini hatırlayabiliriz. Türkiye’de yaşanan olayların tedirginliği içinde, adını da vererek, bütün Alman siyaset sınıfı, “Biz bu ülkeye Türkiye’deki sorunların aktarılmasına tahammül göstermeyiz” diyebildi.

Bir refah bilincinin, şoven boyutlarda tekrarlanması söz konusuydu ve ilk bakışta pek de haksız sayılmazlardı. Ama böyle de olacaktır. Çünkü gelişkin beyinler, isteseler de istemeseler de geride eşitsiz bir gerileme içinde yıkımın eşiğinde ekonomiler bırakacaklardır. Dolayısıyla örneğin Almanya, temel ve çekirdek üretimi kendi alanına çeken bir ekonomi olarak, bu kenardaki ülkelerin toplumsal sorunlarını hissetmeden yaşayamayacaktır. Küreselleşmenin bir başka cilvesi de herhalde budur.

Yani “demokratik hak ve özgürlüklere” verilen önem nedeniyle değil, ki bunlar zaten şu anda bile pek bir tuhaf durumdadır, merkezdeki bir zengin ekonominin ihtiyaçları, içerde “yaratıcı göçmene” yönelik sıcak politikalar izleyecek, onları kendisine çekecek, ama geride bıraktıkları topraklarda da büyük boşluklara neden olacaktır.

Bu eşitsizliğin yankısız kalması mümkün değildir.

Üretim gücü düşen bu ülkelerin, aralarında Türkiye de olacaktır elbette, Avrupa’nın merkezindeki zengin mutfaklarında çalışacak insanlarıyla herhangi bir sorunu çözmelesi mümkün değildir. En gelişkin beyinlerini ve gençlerini bu merkezlere kaptıran kenardaki ülkeleri, doğrusu pek karanlık bir gelecek bekliyor.

Belki bir ara özet olarak şu söylenebilir: Göç politikaları, önümüzdeki dönemde daha da rahatlayacaktır. Ekonomi, bunu gerektiriyor. Ama bu rahatlamanın diğer adı, çevredeki gelişkin ve genç beyinlerin, yaratıcı işgücünün, “yaratıcı hammaddenin” de denebilir, merkeze toplanmasıdır ve göçmenler arkalarında pek çorak bir toprak ve iklim bırakarak “kendilerini kurtarmayı düşünen” bir “katman” halinde tarih sahnesine çıkmaya çalışacaktır.

Bu, yeni patlama odakları demektir. Hem görece rahatlayan içerde, örneğin Avrupa’nın sanayi merkezlerinde, hem de geride kalan ülkelerde, yani örneğin Almanya’nın yakın coğrafyasında...

Tarih, eşitsiz gelişen bir dinamizm çaresizliğidir. Böyle zikzaklı dinamiklerin izleyeceği yolların hiçbirini şimdiden öngörmek mümkün değildir.

Orta ve Doğu Avrupa’nın sürprizleri, Türkiye’ye çok uzak bir kader olmayacaktır. Yani Türkiye’nin sınırlarını bugün açsalar, milyonlarca Türk’ün Almanya sokaklarını dolduracağını söylemek için müneccim olmak gerekmiyor.

Ama bunun tersinin bir Moğol istilasından ne kadar farklı olacağını anlatmak da zor.

Ne demek istiyoruz? Belki ve bir ara not olarak şunu: Bu küreselleşme, çağdaş kapitalist küreselleşme de denebilir, Avrupa’nın hâlâ rüyalarına giren ve asıl tahribatını Anadolu çevresinde yaratmış bir istilayı, Moğol istilalarını fazlasıyla andırıyor. Bu istila, Moğol ordularının geldiği yerlere doğru ve başka yöntemlerle deneniyor. 700 yıllık aralarla büyük yıkımlar yaşanıyor.

O nedenle, içerde pek demokratik göçmen politikaları bile izleyecek olsalar, ki öyle de olacak, merkezdeki zenginlerin, örneğin Almanya’nın içine çektiği insan malzemesiyle birçok ülkede inanılmaz bir insan tahribatına yol açacağını söyleyen, bu nedenle küresel bir barbarlığa karşı mücadele ettiğini ilan eden yeni çağın genç insanları haklıdır. Böyle bir küreselleşmeyi reddedenler, elbette haklıdır.

Yeni bir ortaçağı yaşıyoruz, yeni ve tersine Moğol istilalarıyla karşı karşıyayız; yeni barbarların zamanı, uzun ve bitmek bilmez kuzey kışlarındaki geceleri hatırlatıyor.

Tarihte eşine rastlanmamış bir merkezileşme, yoğunlaşma ve geride çorak topraklar bırakma politikalarıdır önümüzdeki. Küresel barbarlık, içerde, refahı dışarıya karşı koruyan bir düzeni, demokratik göç ve göçmen politikalarını sadece gerektirmekle kalmıyor, ayrıca çevreden kan toplamak pahasına onları teşvik de ediyor.

Ve bu zamanın koordinatları, geçmişteki hiçbir zamanın koordinatlarına birebir benzemiyor.

Ne yazık ki Arap atasözü doğrudur: İnsanlar da babalarından, diyelim geçmişteki emek yanlısı zamanların yaratıcılarından çok, yaşadıkları zamana benziyorlar. İnsanlar, yaşadıkları zamana benzedikleri için de, “aydın”, sokak zorbalığı olarak değil fakat bir entelektüel şiddet ögesi olarak, bu süreci kesintiye uğratabilecek yegane ilaçtır. Aydın, “tarihsel” bir kategoridir ve sokağın gerici zorbalığına karşı direnen bir entelektüel şiddet odağıdır. O nedenle sağcıdan aydın olmaz ve aydın, gelişen solcunun bir üst kategorisidir.

İyi.

İyi de, tek başına bunlar, aydının bir kategori olarak neden öldüğünü ve neden bir yeni ortaçağı yaşadığımızı açıklayamıyor.

Neresinden bakılırsa bakılsın: Kolay göç ve demokratik göçmen politikaları, insanlık tarihinde eşine rastlanmamış büyük haksızlıklara da yeni zeminler hazırlayacak. Bu ise başlı başına bir tartışma konusudur.

Başa dön
Nach oben