Bir Eleştiri***

Göçmenlik ve Örgütlenme

Faruk Beskisiz

1 Küreselleşmiş Kapital’in dünyayı bir fabrikaya çevirmesi; tüm dünya coğrafyalarına girmesi kadar; tüm dünya coğrafyalarından milyonlarca insan da Kapital’in metropol ülkelerine akınlar halinde giriyor. Metropol Piyasalar , işgücünü gençlik aşısıyla yenileyebilmek ve ucuzlatabilmek için ihtiyaç duyduğu yedek göçmenler ordusunu 1960’lardan sonra, 2000’lerde de harekete geçiriyor. Dünyanın günde 1 dolar kazanabilen ucuz işgücü deposundan olduğu kadar, yetişmiş beyinlerin de metropollere akışıyla Asyalı, Afrikalı, Yakın Doğulu, Doğu Avrupalı, metropolün demografisine yerleşiyor, içinde kalıcılaşıyor.

Çokuluslu Amerikan, Alman, İngiliz, Fransız sermayesinin hemen karşısında göçmüş/göçmen işçiler metropol ülkenin işçileriyle Çokuluslu bir işgücünü oluşturuyorlar.

Sınıfların bir tür küresel karşılaşması bu.

Ama, Kapital çokuluslu karakterine rağmen birleşikliğini korurken, işçi sınıfı farklı ulus kökenli olmasından kaynaklı bir bölünmüşlük içinde.

Yapılan hesaplamalara göre 2050’de Hispanikler, Zenciler, Asyalılar ABD’de nüfusun yüzde 50’sini oluşturacaklar. Avrupa ülkelerinin ise yaşlanan nüfusa karşı işgücünü genç tutabilmesi ve yedek işsizler ordusunu besleyebilmesi için 2025 yılına kadar 40 milyon yeni göçmen işçi alması gerekiyor. Avrupa’da Kapital, yeni ve büyük hamle yapabilmek için emek piyasalarındaki yeniden yapılanmayı hızlandırıyor, bunun bir bölümünde yeni göçmenlik yasalarıyla yeni yüzyılın sömürü mekanizmalarını oluşturuyor.

İngiltere’nin en üst sınırdan yılda 1 milyon, Almanya’nın 3,5 milyon göçmen işçi alması sonucunda 2050 yılında İngiltere’de nüfusun yüzde 59’u, Almanya’da yüzde 80’i 1995 sonrası gelmiş göçmenler ve onların çocuklarından oluşacak. Bu üst sınır gerçekleşmese bile örneğin Almanya’da bugün ülke toplamın yüzde 9’una ulaşan göçmüş/göçmen nüfus yerinde saymayacak ve iki haneli rakamlara doğru büyüyecektir.

Göçlerin devamı ve göçmen ailelerdeki yüksek doğurganlık Göçmenliği yaşlanan Avrupa bütününün vazgeçilmez bir büyük parçası haline getiriyor.

Kapital’in bir eseri olarak Göçmüşler/Göçenler /Göçecekler çağımızın küresel diasporaların ağını Kıta Avrupasında da örüyor.

Ama, ne göçmüş/göçmenler eskisi gibi duruyor ne de Avrupa 1960’ların Avrupası .

Avrupa’nın hala konumunu koruyan periferi ülkeleri Yunanistan, İspanya, Portekiz’den gelen işçiler artık göçmen işçiler hiyerarşisinde birinci sıraya terfi ettiler; ülkeleri AB’ye üye olduktan sonra serbest dolaşım hakkına sahip emek-gücü hakkını kazandılar. Hala, Avrupa ortalamasına göre ucuz emek kategorisinde olsalar bile siyasal ve kültürel haklar alanında göçmenlikten koptular.

1950’lerle başlayan kitlesel göçlerde onlarla birlikte gelenler; Türkiyeli Türkler, Kürtler, Ortadoğu’dan Araplar, Kürtler, Persliler, Yakın Doğu’dan Afganlılar, Hintliler, Afrika’dan Tunuslular ve diğerleri yabancılıktan;misafir işçilikten göçmenliğe geçmiş durumdalar. Onların en azından yakın ve orta vadeye kadar -Türkiye’nin AB’ye aday üyeliği tartışmalı olacaktır-Portekizli, İspanyol, Yunanlı gibi sınıf atlama olasılıkları yok.

Onlar, 1800’lü yılların, göçtükleri toprakların yeni tarihini birlikte oluşturan bugünün Amerikalısı değiller. Avrupa ülkelerinin ulus-devlet kuruluş tarihlerinin oluşturucuları, kurucuları arasında değiller.

Tersinden, oturganlaşmış ulus-devlet topraklarına 20. yüzyıldan sonra kesintili dalgalar halinde akarak bugünden sonrasının tarihinin yaratılma sürecine katılmış bulunuyorlar.

Avrupa’da;Almanya’da, Fransa’da, İngiltere’de, ABD’deki gibi bir eritme potasına girmediklerinden/alınmadıklarından ayrılıklarını korumaya devam ediyorlar.

2 Yeni bir başlangıç yapmalıyız . Bugün sonuna geldiğimiz yerden yeni bir başlangıç olacaktır bu. 1960’lardan bu yana geleni/getirileni içinde taşıyarak başlamalıyız yeniye. Hepimiz biliyoruz ki ülkeye geri dönüşün artık gündemde olmadığı bir yeni, geri dönüşü olmayan bir sürece girdik. Ne işçiler, ne siyasi sığınmacılar, ne öğrenciler, ne işsizler, ne de işletme sahipleri. Kimse dönmüyor, dönmeyecek.

“Misafirlik”, “Yabancılık” çoktan bitti

Olgu değişti.

‘60 sonrası yaşam çoktan evrildiğindendir ki eskinin dili de, eskinin kavramları da artık bir anlam oluşturamıyor.

Eski biterken Yeni başlıyor. Gerisin geriye göçmüyoruz.Yerleşiyoruz, Avrupa’da kalıcılaşıyoruz. Ama, resmi vatandaşı olunsa da ne Alman, ne Fransız, ne de İngiliz oluyoruz.

Göçmeniz işte. Topraklarından sürgün edilmişler ordusu.

Bölük değil ordudan söz ediyoruz. 3 milyona vardı varacak sayısıyla Türkiye’nin göçmenleri Türkiye’den önce AB’ye girmiş bulunuyorlar. Sayıların matematiği, sınıfları, yetmiş yedi kültürü, geleneği, dilleri başka zaman ve coğrafyada yeniden üretimin ve tüketimin çemberine sokuyor.

Dijital ilişki şebekelerinden; telefon, faks, TV, radyonun ardından Internet ve artık e-mail’den akıyor dil, kültür, gelenek, din.

Peki, hala, Türkiye’ye göbekten bağlılık sürüyor mu ?

Göbek bağı koptu/koparıldı, üstelik üçüncü kuşağın göbeği de buralarda kesildi. Çok uzak değil, 1980’lerden sonra Avrupa’ya akan onbinlerce siyasi sığınmacı da göçmen işçiler gibi Türkiye’ye “temelli döneceğim”diyordu. Avrupa konaklanacak bir handı, bir geçici sığınak ve ekmek kapısı.

Sayılar milyon değil de yüz veya bini bulsaydı kolay olurdu. Ankara, İstanbul, Adana olsaydı göçülen yer yine de olmaz denemezdi. Bir mevsim için gelinseydi yine de...

Göbek bağı kopsa da, varlığın kültür, mantalite, tarih, siyasal bağları sürüyor.

Sadece sayılar, dijitalize ilişkiler şebekesi değil bağların sürmesine güç ve olanak veren. Küreselleşme dalgalarının fırlattığı parçalayıcı sağanaktan korunabilmek için de ulus, kültür;dil, gelenek, mantalite, din barınaklarının altına giriliyor.

Başka topraklarda kaybolup gitmemek,

kendini güvende hissetmek,

gündelik yaşam rutinlerine sıkıştırılmış anlarla zamanın sesinde boğulmamak,

her şeyi önüne katıp sürükleyen fırtınanın ortasında bir yerlere tutunabilmek, “yabancı”düşmanlığının yaydığı terörle-korkuyla-aşağılanmamak,

içine birden çok zaman-mekanın akın ettiği ekonomik, siyasal, kültürel çelişkileri çatışmayla çözümlemektense bastırabilmek,

kültürlerarası iletişim ve etkileşimin itilimine karşı kültürel genlerindeki atavistik-atalardan kalan-gelenekleriyle direnebilmek için barınak saçaklarının altına toplanılıyor.

3 Berlin’de, Paris’de, Londra’da, Zürih’de, Amsterdam’da oturan bir göçmenin kimliği çok-katlı ve çok-yanlıdır. Türkiye’den bakıldığında bir göçmen işçidir. Türkiye’nin yaşam kalitesi standardına göre orta sınıfa yakın bir yerlerde durur. Avrupa’da bulunduğu ülkenin yaşam kalitesi standardına göre işçi sınıfı içinde ve kimi zaman o ülke işçisinin de altında bir yerlerdedir. Dünya sınıflamasında ise yoksullar, açlar, günde 1 dolarla geçinebilenler kategorilerinin çok uzağındadır.

Kendi işine sahip ve giderek Kapital sınıfının içine girmeye başlayan göçmenler, göçmen işçinin üstünde durur. Bugün için ağırlıkla varlığını göçmenlik sektörüne borçludur. Her türlü Kapital ilişkisi göçmenliğin içinde dün doğmuş bugünse büyümektedir. Bulunduğu ülke ekonomilerinin içine eklemlenir, göçmenlerin küçük burjuvazisini oluşturur.

Fabrikada kısa süreli de olsa iş güvenceli çekirdek işçiler arasında yer almayan kadın ve erkek göçmen işçiler Avrupa’nın kayıtdışı yeraltı ekonomisini beslerler. Niteliksiz göçmen işçiler, fabrikadan atılmış işsiz göçmenler, Avrupa ülkelerine sığınmacılık başvurusu yapan sığınmacılar sigortasız, sendikasız çalışma koşulları ile göçmenler arasındaki sınıfsal hiyerarşide en altta kalanlardır.

Ulusal açıdan, toprağından sürgün edilip de geldiği bu yeni topraklarda da dünya uluslar hiyerarşisi içindeki yerini koruduğunu görür. Üstelik bu yeni topraklarda bunu geldiği ülkeden çok daha açık görür, her gün bunu yeniden ve yeniden hisseder. Belli bir büyüklüğe erişen nüfusu yüzünden geldiği ülkenin ve şu an yaşadığı ülkenin iktidarlarının çapraz ulusallık basıncı altındadır. Her iki taraftan ulusallığını kaskatı koruması istenir. Her iki taraf ta onun ulus tutuculuğuna sarılmasından hoşnut kalır.

Göçmen, bulunduğu ülkenin kültürel yaşamında altlarda gezinir. Dıştalanmışlığın devinimiyle aileden başlayan, kültürel ve siyasal örgütlenmelere-dernekler, lokaller, federasyonlar, camiler- kadar uzanan bir dizi yapılanma içinde kendi kabuğuna çekilir ve geldiği ülke yaşamının kötü taklit edilmiş minyatürlerini üretmeye devam eder. Çizdiği göçmenlik sınırlarının ötesindeki kültür/lerle gündelik yaşamın yüzeysel anlarında biraraya geldikten sonra kapılar kapatılır. Öteki’nin sınırlarına girmediği gibi, onu da kendi sınırlarına pek kabul etmez.

Üç katlı zamanda yaşar göçmen. Birincisinde atavistik-atalardan kalma güdüleri ve geleneklerinden örülü kültürün dayandığı eski zaman, ikincisinde tüketim toplumun öznesi haline geldiği, çekirdek ailesini kurduğu, kısa bireysel çıkışlar yaptığı modernizm vardır. Üçüncü zaman bugündür. 1960’larda ve 1980’lerde gelenler birinci ve ikinci zamanda yaşarlar. Avrupa’nın üçüncü kuşak göçmeni ise bugün geç modernizm veya “post-modernizm” zamanında yaşar. İkinci kuşak, modernizmi henüz içine sindiremezken üçüncü kuşağın soluduğu geç modernizmin yüksek oktavlı;her şeyin yüksek hız, hacimde döndüğü zamanı sormadan çıkar gelir.

Göçmenin yüzündeki maskenin arkasında taşıdığı kaygıların sonu gelmez. Sanki hep ayakları yere basmıyormuş gibi gelir. Göçtüğü ülkenin atmosferinde, kopmuşluk duygusuyla yaşamaya alıştırır kendini. Avrupa’nın ortaya yerine atılmış bedeninin anlamını kavramaya çalışır. Beyhude. Kendi kendinin üzerine gitmektense en kolayı, kimlik referanslarına yapışıp kalır. Kimlik zırhlarını;aile, gelenek, dil, ulus zırhlarını delip geçen zamanın ruhuna teslim olmaz. Korkunun ittiği yerde gelişkin birey olma , Avrupayı özümseyip Evrenselliği de yakalama olanakları da vardır ama o, onları istemez, dahası onlardan da korkar. Benliğinin diplerine hapseder tüm özgürlük istemlerini.

Göçmen, sınflr arasında bir kast olmaya karar verdi mi onu kim söküp yerinden Özgürlüğe fırlatabilir ki ? Ya da kendini fırlatalabilir mi ?

Göçmenliğin setleri niye yıkılsın ki durup durduk yerde, eğer o setlerin altında kalınacaksa.

Bu kadar enlem-boylamda hareket edebilmek; farklı coğrafyaların farklı zamanlarını birarada yaşayabilmek;kapitalist uygarlığın yaratıcısı ve beşiği topraklarda kendi topraklarından da tam olarak kopamadan durabilmek;bugünün dijitalize ilişki şebekelerinde son derece dinamize olabilmek;tüm bunlar göçmen madalyonun öteki yüzünde göçmenin kendi ülkesinde bulunduğunda elde edemeyeceği bir olanağı;kendisi üzerinden kıta Avrupası ve onun da üzerinden evrensel bir vatandaş, evrensel bir birey olabilme olanağını sunar.

Tüm kültürlerde, coğrafyalardaki gezinmesinden edindiği deneyimi, biriktirdiği yaşam felsefelerini, belleğine işlediği yaratım-yıkım anlarını önüne koyduğu bir yarın için işleyebilir.

Bir yarın için.

Kalkıp, diyecek biri/leri “neden bahsediliyor, kim bu tarifi yapılan göçmen ?”

Gündelik yaşamın içinden;aşağılardan bakılırsa asla görülemez. Görebilmek için, yukarılara çıkmak;bir uçuş mesafesinden bakmak gerekir. Göçmen’in içinde taşıdığı bütün gizilgüçler;bütün olanaklar ancak oradan görülebilir.

Yine, itiraz edecektir birisi “Bugünün göçmen/ler mi bunları yapabilecek ? Evrenselliği bunlar mı yakalayacak ? Şu bizim işçi Mehmet, öğrenci Ali, yani şu bizim Türkiye’den kalkıp buralara gelmişler mi yapacak tüm bunları ?”

Türkiye nerede, Avrupa neresi, Evrensellik nerede ?

Önce Göçmen’in tüm bu olanakları, gizilgüçleri, kapasiteleri taşıyıp taşımadığını görelim, algılayalım, kavrayalım.

Gerisi, bunların bir İrade ile Etkinliğe dönüştürülmesidir.

İrade, sadece şu an için, dünden bu yana biriken ama etkinliğe dönüşmedikçe giderek zayıflayan, yokolmanın sınırlarına doğru yol alan ikinci kuşakta saklı duruyor.

İrade onunla bir Etkinliği başlatabilse bile, ancak üçüncü ve dördüncü kuşaklarda doruğa çıkabilecek tüm bu olanaklar, gizilgüçler, kapasiteler.

İkinci kuşak hala kendisinde saklı bulunan, tüketilmemiş direnç noktalarını açığa çıkarmalı onu üçüncü ve dördüncü kuşağın geleceğine aktarmalıdır. İsyan ruhunun kısa bir alevlenmesi bile etrafına saçacağı ışıkla karanlığı deler.

Ama, ikinci kuşak davranacak mı ve kurduğu zaman köprüsünden ona/lara gidecek mi ve dahası ona gidecek yolu açabilecek mi ? Açmak bir yana geleceğin önüne geçecek, geleceğin karşısına çıkıp gericileşecek mi ? Yoksa, geleceği de kendi kuşağıyla birlikte doğa zamanlı ölümüne mi sürükleyecek ?

4 Dünyanın bir ucunda her sabah ve her akşam insanlarla oturup kalksa da yalnızlığını yenemiyor. Sanıyor ki, burada olmayıp ülkesinde yaşamış olsa düşmeyecek yalnızlık kuyusuna. El kapılarında gerisin geriye çekildikçe yaşamdan, toplumun marjinine-kıyısına düşüveriyor.

Eğer sıradan bir göçmen değilse bu bahsettiğimiz; “siyasi”yse, kıyının da diplerine sürükleniyor. Bir an, herkesin çekip gittiği, havada sadece seslerin asılı kaldığı bir boşlukta buluyor kendini. Buradan çıkması gerek. Bunu biliyor, duyargalarını sonuna kadar zorlayarak bir çıkış yolu arıyor. Şokun etkisi silininceye kadar geçmişe doğru her yaşam karesine girip çıkıyor. Ama yine sonuç yok. Şok, geçip gidiyor. Bu kez de, bu kriz an’ında da yakalayamıyor tutunacağı halkayı. Zihin devreye giriyor, belleğin arka odalarından yayılan karanlık tüm görüntüleri yutup yokediyor.

Avrupa’daki Türkiye Solu yeni bir kriz şokuna kadar pragmanın kollarına bırakıyor kendini.

Son 10 yılda önce İslamcı ve Milliyetçi yükselişler, ardından daha yeni hissedilen küreselleşme basıncıyla krizin yayılmadığı alan kalmadı. Kapitalizm ve bağlaşıklarının bu tarihsel karşı dalgası karşısında savunmacı bile kalınamadı. Her şey şimdi yıkık dökük duruyor.

Düne kadar her şey çok mu çok kolaydı. Henüz Sosyalizm yıkılmamıştı ve kaldığı evde hep Türkiye’ye döneceği günleri konuşarak yatıp kalkıyordu.

Göbekten bağlıydı Türkiye’ye. Onun bir uzantısı, mücadele gerisindeki güçtü. Ondan ayrılığın taze günlerinde ülkenin her bir uyarımında yeniden canlanıyor, travmanın izlerini bir slogan haykırışıyla siliyor, kalabalıklarla örtüyordu kara kışın üstünü. Sonra, uyarımların arkası kesildi. Kala kala kalmıştı tek başına. Bir ara yeniden duyar gibi oldu sesini. Yakalayamadı. Yankısını bırakıp gitti.

5 Kriz, şimdi öylece duruyor önümüzde. Bundan önce ele geçirilen

ÖDP fırsatı da kullanılamadığından-artık kullanılabilmesi için yaratmak gerekir fırsatı- öncekinden de şiddetli yakalanıyoruz krizin nöbetlerine. Eskiden yaptığımızı da

yapamıyoruz.Göbekten bağlı, mücadele gerisini kolladığımız günlerdeki gibi bile olamıyoruz. Her şeyi geçmişin deposuna gömüp çoğumuz sıradan bir yaşama, göçmenliğe adım atmaya başlıyoruz.

Peki, kriz neden çözülemiyor, neden çözemiyoruz ?

Türkiye Sol’u krizin hem nesnesi, hem de öznesi oldu. Özne olarak, tek tek birey veya siyasal özne olarak kendisini de ele geçiren krizden habersiz. Krizin olduğunu kabul etse bile, onu dış dünyadaki bir gerçeklik olarak görüyor. Sosyalizm yenilgisinden, kapitalizmin gücünden, insanların sosyalizme güvensizliğinden, burjuva ilişki biçimlerinin her yanı kaplamasından vb..söz ediyor duruyor. Kendisinin de, söz ettiği krizin bir parçası olduğunu, hatta krizin bizzat sürdürücüsü olduğunu göremiyor. Krizi içsel değil, dışsal algılandıkça kriz rasyonelleştiriliyor, sorunun etrafında dönülmeye devam ediliyor.

Krizin aşılmasının önünde geçmişin/eskinin mantalitesi duruyor. Eskinin mantalitesi devrimcileştirdiği noktada yeni dinamizmlerle buluşamadığından donup kalmış ve artık bizi bırakalım ileriye taşımayı, bizi yolumuzdan da ediyor. Görme biçimlerimiz işe yaramıyor artık, Körleşmenin semptomlarını bile algılayamıyoruz.

Geçmiş ve Eski sanki bir tapınak.

Peki, Yeni nerede ? Yeni kendiliğinden düşmüyor zihnimizin ortasına. Düşünce deneyleri yapsa da kimilerimiz, onlar bile kabul edemiyor Yeni’yi, görememek bir yana, görebilmek için ona yaklaşmaktan çekiniyorlar.

Yeni’yi yapabileceklerinden korkuyorlar.

1980 ve 1990 travmalarını yaşamış demografik grupta olduğundan olsa gerek derin tereddütler içinde kalıyor ve belki de eldekileri de;sınırlı da olsa süren siyasal etkisini, statülerini ve kariyerini, saygınlığını, güvencesini, avucundaki iktidarcıklar üzerindeki denetimini yitirebilir kaygısıyla yeniye sırt çeviriyor.

Her halde kaybetmekten korkuyor.

Onyıllar öncesinden kaybettiklerinden sonra yeniden kaybetmek; belki de daha önce kaybettiklerini bir kez daha kaybetmek istemiyor.

Bir daha hayal kurmak istemiyor, kırılan hayallerden sonra.

“Kaybedecek bir şeyleri olmayanların” kaybetmekten korkmalarından söz ediyoruz.

Bilinen yol en iyi yoldur;bildiğimiz yol en iyi yoldur diye diye bin millik bir uzun yol için bir adım dahi atamıyoruz. Kendi ayağımıza dolanıyoruz. Yeni bir yolu açmaktansa, bildiğimiz yolda kaybolmadan yürüyeceğimizi sanıyoruz. Zihnimiz, akan zamanda, eski zaman haritalarının izlerini sürüyor. Yürüdüğümüz yollar hep başka yerlere çıkıyor.

Kaybolduğumuzun farkında değiliz.

Değişen olgunun içinde olduğumuzu göremiyoruz. Eskinin umudu, inancı değil, dayanışma, özgürlük değil tutkuyla istenen. Eskinin yöntem, refleks, kavram ve dili ısrar edilen. Bunlarla bugünün olgusu arasındaki;bunlarla bugünkü olgunun dönüştürülebilmesi arasındaki müthiş açık orta yerde durmasına rağmen, geçmişte kalan olgu hüküm sürüyormuş gibi sürekli o güne yaslanarak bugünün Gerçekliğinde doğrulamaya çalışıyoruz kendimizi.

Elbet sonuç alamıyoruz.

Krizin kökeninde değişen nesnellikler ve öznellikler yatıyor. Göçmenlik-Türkiye, Göçmenlik-Avrupa, Göçmenlik-Dünya ilişkilerini yeni baştan ele alabilsek;bunlar arasındaki ilişkilerin yönlerini, birbirleriyle bağlanma noktalarını ve etkileşim güçlerini çözümleyebilsek bir adım atacağız ileriye doğru. Ama bunun için geleneksel reflekslerimizi terk etmemiz gerek öncelikle.

6 Siyasal, kültürel, örgütsel reflekslerimiz hala eski zamanın etkilerine gösterdiğimiz

tepkilerden kurulu. Bugüne değil, donmuş geçmişteki siyasal görüntüye/lere refleks geliştiriyoruz.Refleks alışkanlığımız bugün ve yarına değil, düne ayarlı duruyor. Yaptırımı

olmadığı, ancak ve ancak öz-denetim ve öz-kendindeliğe dayandığı için siyasal yaşam reflekslerimizi değiştirmek zorunda hissetmiyoruz.

Gündelik yaşantıda öyle değil oysa. Biliyor ki, özelde bir fabrikada yalın-esnek üretimin, genelde emek piyasalarının gereklerine; uymadığı;refleks geliştirmediği anda bir köşeye atılacak. Kültürel asimilasyonu-benzeşmeyi reddettiğinde bir ısırgan otu olarak dıştalanacak, yalnızlıkla cezalandırılacak. İşte bu yüzden, riske karşı güvenceyi seçtiğinden bedensel-zihinsel refleksi şaşırtıcı bir hızda devreye girer ve tüm bu yeni girişleri onaylar. Her yanı saran metalaştırmadan, meta sızmasından kaçacak yer bulamadığında gösterdiği ilk tepki onu kabullenmek herkes gibi uyumlaşmaktır.

Uyumu seçer. Uyum, kapitalizmin açık-gizli zor’undan daha çok kendi yöntemleri, dili, ruhuyla meşruiyetini kurar.

Göçmen;siyasal göçmen, çelişkinin kendisine çarptığını hisseder. Çarpılır, sersemler ama onun karşısına dikilmek yerine ona yol verir, dünyasına kabul eder. Zor değil rıza yollu bir kabuldür bu.

Uyumla, ilişkiler sarmaşığına pragmalar dolanır. Pratikçilik, yararcılık, kişinin kendi veya aile mutluluğu, hesaplanabilirlik. Çevresindeki herkeste gördüğünü şimdi kendisi taklit eder. Her adımına bir yarar;getiri-götürü hesabından bakar. Herhangi biri böyle davranmadığı anda sinikliği tatmış duyguları harekete geçer, kuşkunun gözleri taramaya başlar tüm nesneleri. Kuşku, denetiminden çıkar ve mutlaka bir şey bulur karşıdakinin/lerin yaşamından;bir zaaf, bir fazlalık, bir gariplik.

Böylece onlara benzer, onlar da onu kabul eder. Atomlarına kadar ayrılmış toplumun bir yerlerinde kendisine bahşedilen x nolu yerin mülkiyet sahibidir o;bu toplumun bireyi. Yüksek yoğunluktaki kollektif uyumun bireyi.

Kapitalizme karşı zorunlu aşırı duyarlılığın yarattığı kollektif uyumu yakalayan göçmen birey bunun yanına eklektik bir yaşantıyı da sürdürür bazen. Toplumsal ilişkilerde daha üstlerde yaratıcı ve kurucu olamadığından, kendi gibi olanlarla yetinir, küçük küçük grupların içinde soluk almaya çalışır, buna kimi zaman politik bir dil, biçim de uydurur. Böylece, kahrolası vicdanını, acılarını bir parça olsun dindirir, “bir şeyler yapıyorum işte, sıradanlaşmadım, direniyorum” diyerek teskin eder kendini. Aslında en fazlasından, sıradan bir göçmenlikten ancak modernizmin, onun sivil toplum örgütlenmesinin küçük bir parçasına tutunarak kurtulabilmiştir. Elbet küçümsenemez, böylesi bir sivil toplum etkinliği bile sosyalizm için bir itilim sağlar ama onu sosyalizmin yerine koymamak şartıyla. Ama o/onlar bunun farkında bile olsa, her ikisinin yerlerini değiştirerek avutmaya devam eder kendini.

7 Yine de kollektif uyumlaşma sürecinin dışında duruyordur birileri herhalde. Onlar, olsa olsa uyuma karşı bir ilk adım olarak “hayır” diyebilen, Avrupa’daki siyasal göçmenler arasındaki o müthiş içten yıkma/yıkımın arasından yara bere içinde kurtulabilenlerdir. Avrupa’da yaşayan siyasal göçmenler arasındaki direnen özneler.

Evet, olgu değişti. Olgunun görüntüleri hiç de ışıltılı değil;göçmen örgütlenmelerinde yaşanan kriz, göçmenlerin politik davranışlarının ağırlıkla ulus, gelenek, din kimliklerine kayışı, üçüncü kuşağın yaşadığı kültürel bunalım, sınıfsal-kültürel-cinsel ezilmişliklerin içe patlamalarla sönümlenmesi yanyana dizildiğinde cesaretler kırılıyor insanlar edilginleşiyor.

Ama, dünkü yanlışı bir kez daha tekrarlamayalım. Olgu, sadece gördüğümüz, algıladığımız, kavradığımızdan oluşuyor. Bunlar yaşamdaki tüm karşıtlıkların, çelişkilerin, devinimlerin gerçekliğe yükselmiş yukarıdaki hal’leri. Bir de tüm bunların, yani olgunun

altındakiler var. Yaşamın;nesnenin ve öznenin taşıdığı gizilgüçler. Her an, varolan durumu yadsıyıp kendileri birer gerçek haline dönüşebilecek gizilgüçler. Alttan yukarıya doğru kaynıyorlar. Sahneye çıkabilmeleri için ellerinden tutulup çekilebilmeleri, tersinden onların da bir itilim yaratarak uzatılan ellerle buluşması gerek.

Tüm bugünkü aktüel durumlar içlerinde kendilerinin yadsınma olanağı ve olasılıklarını da taşırlar. Göçmen örgütlenmelerinin yaşadığı kriz;Çin algısıyla bir fırsata da dönüştürülebilir. Göçmenlerin ulusal, dilsel, kültürel kökler yaratıcı enerjiyle Avrupa siyasal-kültürel atmosferine etkileşimle girebilir. Kültürel bunalıma girmiş üçüncü kuşak kültürlerarasılıktan bir bireşim yapabilir ve kıta Avrupası kültürünü yakalayabildiği gibi evrensellik denemelerine de uzanabilir.. Burjuva bireyleşme çabaları, modernizm girişimleri sosyalist kültür ve bireye yükselişe basamakları olabilir.

8 Kriz topunun çözümüne örgütlenme düğümünden başlayabiliriz. Göçmenliğin değişen sosyolojisi üzerine kurulacak politik örgütlenmeler dünden farklı olmak zorundadır. Türkiye ve Avrupa ülkeleri iki ayrı mekan olarak karşı karşıya konulmadan, karşılıklılık temelinden değerlendirilmelidir. Göçmenliğin kompleks ilişkiler yapısı/ları bugün bizleri dünkü örgütlenme yapısı, mantalitesi, dili ve kavramlarından kopmaya yöneltiyor. Bir kopma momentinden bir yeniden bağlanmanın momentine doğru.

İki ayrı mekan ve iki ayrı zaman arasında ilişki Tek yönlü değil Çift yönlüdür.

Türkiye’deki sınıf/kadın/gençlik/çevre hareketinin Avrupa’daki göçmenler üzerindeki uyarımı kadar Avrupa’daki göçmen hareketinin yapacağı uyarımlar da olacaktır. Avrupa’daki göçmenlerin sosyolojik bir varlık haline gelmeleriyle son 20-30 yılın örgütlenme yapısının değişimi için koşullar artık olgunlaşmıştır.

Bugün hala eski gerilim gücünü koruyamasa da iki karşıt kutup var:

Ya “Türkiye’deki bir partinin Avrupa’daki uzantısı olarak temsilciliklerini açmalı, doğrudan onu burada örgütlemeliyiz”

diyenler

Ya da, “Artık tamamen buralıyız ve buradaki siyasal, kültürel hareketlerin içine girebilmek için buradaki siyasal partiler, hareketler içinde siyasal etkinliğimizi devam ettirmeliyiz. Türkiye´deki Parti ile ilişkilerimiz dayanışma ve enternasyonalizm adına iletişim amaçlıdır”diyenler vardır.

Oysa:

Ne, Almanya, Fransa, İngiltere Türkiye değildir ve İstanbul veya Ankara örgütlenmesi gibi düşünemeyiz Köln, Londra, Paris örgütlenmesini.

Ne de, kuruluşlarında, tarih yapılış süreçlerinde birlikte olduğumuz ulus/ların bireyleriyiz. Alman, Fransız, İngiliz işçisiyle görünürde eşit sınıfsal durumda olsak da; tüketim toplumu ve burjuva değerler anlamında ortaklıklara sahip olunsa da kültürel alanda ondan farklı bir ayrı varlık olmaya da devam ediyoruz. Irksal apartheide uğranıldığı kadar, kültürel ve sınıfsal anlamda da apartheid Avrupa’da kol geziyor.

Ya ve Ya da’nın karşısında Hem ve Hem de vardır.

Göçmen,

hem, kültürel varlığını;ulus özellikleri, gelenek, dil, mantalitesini korumaya devam ediyor, ulaşım, iletişim ve kıta Avrupa’sı ABD gibi eritme potası olmadığı için dil, mantalite, gelenek erimek yerine kendilerini alt katmanda da olsa yeniden ürettiği için özgüllüğünü koruyor,

hem de, Avrupa’da üretim sürecine katılıyor, okuluna gidiyor, kültürel atmosferini soluyor, üretim, eğitim, politika, tüketim, eğlenme alanlarında yaşadığı ülkenin insanlarıyla buluşuyor, etkileşiyor, yanyana geliyor, aynı nesnel sürecin farksız özneleri haline gelebiliyor.

Bu yüzden göçmen siyasal örgütlenmesi her iki nesnelliğe de;Türkiye ve Avrupa’da yaşadığı ülkenin siyasetine bir mesafede durmalı, her ikisine karşı da özerk olmalıdır.

Siyasal etkinlik ve örgütlülükte Türkiye’den özerk ama Türkiye’yle etkileşim, dayanışma ilişkisini sürdüren,

Avrupa siyasal öznelerinin dolaysızca içine girmeyerek ondan da özerk ama onunla ilişki ve etkileşimde olarak bir örgütlenmeye gidilebilir.

ÖZERK’tir çünkü kelimenin gerçek anlamıyla “kendi yasasını yapabilecek” bir nesnelliğe sahiptir. Etkileşim bir değil iki ayrı özneyi gerekli kılar. Türkiye ve Avrupa’daki göçmen.

Bu İkilik, göçmenin İki’yi kendi kimlik bütünlüğünde taşımasındandır.

Tektir, tek bir bütündür ama içinde iki parçalıdır.

İkisi arasındaki ilişki birinin ötekinin basit bir uzantısı olmasını gerekli kılmaz. İki ayrı öznenin etkileşimi anlamında bu ilişki gerilimli, salınımlıdır. Biri diğerine feda edilemez, biri diğerinin basit belirleneni veya belirleyeni değildir. Türkiye’nin Avrupa’daki göçmen siyasal hareketi belirlediğinden söz etmekle Avrupa’daki göçmen özne red edilir, geçmişin içinde sürüklenmesine göz yumularak krize mahkum edilir.

Kimi zaman tartışıldığı gibi göçmenin kafası ve gövdesi ayrı ayrı yerlerde;örneğin kafası Türkiye’de, gövdesi Avrupa’da değildir. Tersine göçmenin kafası ve gövdesi biraradadır ve dinamik bir gel-git içindedir.

Göçmen iki yönde birden yaşar, iki uçludur ve her bir yön-uçdan diğerine sürekli akış olur, etkileşimle ondan da ona.

Türkiye´li ve Türkiye´deki bir Parti Avrupa’da değil Türkiye’de örgütlü bir partidir. Enternasyonal bir parti olsa da bu parti, kıta Avrupasal bir parti değildir. Bu Parti’nin fikriyatı, yaratmaya çalıştığı yeni mantalitesi, politik dil ve kavramları Avrupa’nın süzgecinden geçirilerek ve dokusunda örülerek bir başka Parti yaratılabilir. Ama, bu asla Türkiye´deki Parti olamaz.

Tersinden, zaman zaman göçmen örgütlenmelerindeki krizin ateşlemesiyle gündeme gelen “Avrupa’da siyasal partilere üye olmak, artık tamamen onlarla çalışmak” veya “bu partilerin içinde kendi özgüllüğümüzü koruyarak ortak mücadeleyi bu partilerde yürütmek” de olanaklı görünmüyor.

Avrupa’daki partilerde çalışmanın önünde dil, kültür, mantalite, refleks farklılıkları dağ gibi duruyor. Göçmenlik kalıcı bir olgu olarak daha yeni tarih sahnesine çıkmıştır. Tazedir ve Avrupa’daki ulus-devlet içindeki bu yeni durum sistem tarafından bile henüz sindirilebilmiş değildir. Tersinden, izlenen bilinçli dıştalama politikası onun ayrı, aykırı kalmasını güçlendiriyor. Bu durumda istense bile Avrupa siyasal arenasına, Avrupa ulus-devletlerindeki siyasi partileri içine doğru dönüştürücü bir girişin önü kapatılıyor. Eşit haklar tanınmadığı sürece, siyasal örgütlenmelere katılabilen o ülke vatandaşlıklarına geçebilmiş göçmenler, göçmen topluluğunun azınlığını oluşturmaya devam edeceklerdir. Bugünkü koşullarda bu partilerin içine girildiğinde ise daha baştan bir eşitsizlik üzerinden politikaya başlanacak, yani başlanamayacaktır. Avrupa’da işçi sınıfı dahil tüm katmanlara sızan ve buradan sosyalist partilere bile az veya çok nüfuz eden ayrımcılık, şovenizm ise politik kaynaşmayı dinamitleyen diğer öğelerdir.

Geriye, göçmenlerin kendi özgüllüklerini koruyarak ama ona sevdalanmadan, göçmenlik örgütlenmesiyle bir dolayımlamayı hedefine yerleştirerek Avrupa’daki siyasal partilerle her türlü ortak çalışma, örgütlenme, güç birliklerine kendisi ayrı bir özne olarak girmesi kalıyor.

Avrupa’daki ulus, din, dil temelli eksenlerdeki göçmen örgütlenmeleri bu noktada bize iki kanıt sunar. Birincisi, bu eksende kalınarak yapılan örgütlenmeler gerilik ve gericileşme üretirler. Hiç bir dönüştürücü enerji yaratamaz, yayamazlar. İkincisi, bu kadar yaygın;yüzbinleri bulan örgütlülüklerin yaratılabilmesi göçmenliğin yukarıdaki eksenin dışına çıkabilecek büyük dönüştürücü gizilgüçler taşıdığını gösterir, bir örgütlenme nesnelliği sunar.

Böylece, kültürel ezilmişliklerini ve çelişkilerini, sınıfsal ezilmişliklerin ve çelişkilerin yanına katarak Avrupa’daki siyasal partilerin içinde yer almak yerine; kültürel çelişki-ezilmişlikleri dolayımıyla sınıfsal ezilmişlik ve çelişkilerin dönüştürülmesinde yanyana gelinebilir. Farklılığı koruyarak farklılığın içindeki tüm gizilgüçler, devinimle yaşama akıtılabilir. Böylece, Farklılık; bir mesafede duruştan kaynaklı farklılık kendi dinamizmini de sürekli koruyabilir.

Çok kültürlülük, Çokdillilik Avrupa ulus-devletlerinin konsepti değilse eğer, ancak bu dolayım üzerinden baskılanarak bir konsept haline getirilebilir.

Buradan bakarsak, Avrupa içinde çokuluslu bir işçi sınıfı birlikteliği veya bağlaşması ancak çok yanlı örgütlenmelerden çıkabilir. Sendikal alandaki birlik, politik ve kültürel alandaki özerklik üzerinden bağlaşma ve birlik.

Avrupa’nın ulus-devlet kadar yeni gerçekliği olarak uluslarüstü bir siyasal yapılanmaya yönelmesi, göçmen hareketinin de bir tek Avrupa ülkesi değil, tüm Avrupa’da özgül bir hareketliliği örgütlenmesine de olanak sunmuyor mu ?

***Bu yazı 27 Kasım 2000 tarihinde kaleme alınmıştır.

Başa dön
Nach oben