Misafirlikten kalıcılığa uzanan 40 yıllık yaşam

Demokratik İşçi Dernekleri Federasyonu'nun varlık nedeni, işçilerin ve emekçilerin hakları uğruna sürdürdüğü mücadeleyi güçlendirmektir. Bu mücadelenin güçlenmesinin ilk koşulu, değişik uluslardan emekçiler arasında yaratılan ön yargıların kaldırılması, emekçilerin kaynaşmasıdır.

İşverenler, işçileri sömürürken, onların hangi ulusa, hangi ırka ya da hangi dine mensup olduğuna bakmıyor. Bu ayrımların körüklenmesinin asıl nedeni, işverenlerin, işçilerin kendi sorunları için birleşmesini engellemektir.

İşsizlik, sosyal kısıtlamalar ve kötü çalışma koşulları, Almanya'da çalışan bütün uluslardan emekçiler gibi Türkiyeli emekçilerin de temel sorunudur.

1961 yılında Federal Almanya ile Türkiye arasında yapılan işgücü anlaşmasına bağlı olarak Almanya’ya gelen bizler, büyük sanayi merkezlerinde çalışmaya başladık. Amacımız birkaç yıl çalışıp, dişimizi sıkarak, geleceğimizi garanti altına alıp, Türkiye’ye geri dönmekti. O nedenle 1970’li yılların başlarına dek, gelenlerimizin çoğu evli olmasına karşın, eşlerimizi ve çocuklarımızı Almanya’ya getirmeyi bile düşünmedik. Yıllarca en zor, sağlıksız ve ucuz işlerde çalıştık; işçi yurtlarında barındık. Ama birkaç yıl içinde „zengin olma“ isteğimiz, yaşamın maddi gerçekleri karşısında ulaşılması zor düşlere dönüştü. Eşlerimizi, çocuklarımızı Almanya’ya getirmeye başladık.

1970’lerde yaşanan ekonomik bunalım, sermayenin, genel olarak işçiler, özelde biz yabancı işçiler üzerindeki baskılarının artmasına yol açtı.1973 yılında Almanya işçi alımını durdurdu. Çalışma koşullarımız daha da ağırlaştı. İlk kez işyerimizi kaybetme endişesini bu yıllarda yaşadık. Ağır çalışma ve yaşam koşulları nedeniyle kimimiz yeniden Türkiye’ye geri dönüş yaptı. Kimimiz ise eşlerini veya çocuklarını gönderdi. Bunalımın etkisini kaybetmesi; Türkiye’deki yaşamın zorluğu, ağırlığı; geri dönenlerin veya ailelerimizin Türkiye’de yaşadığı hayal kırıklıkları, sıkıntılar 1977’li yıllarda geri dönüşleri azalttığı gibi; aile birleşimi yoluyla gelenlerin sayısını da artırdı.

Almanya 1980’de Türkiye’den geleceklere vize uygulaması başlattı. 1981’de ise aile birleşimini sınırlandırıcı yeni yasalar çıktı. Ancak bütün engelleme, sınırlama girişimlerine karşın aile birleşimi, iltica başvuruları, doğumlar ile Türkiyeli nüfus sayısı sürekli arttı.

1981-82 yıllarında kapitalizm devrevi krizlerinden birini daha yaşadı. Baskılar yeniden yoğunlaştı. Biz „yabancı işçiler“ yeniden hedef tahtasına yerleştirildik. Alman devleti bunalımın faturasını bir yandan işçilere ödettirirken, öte yandan günah keçisi olarak gösterdiği „yabancı işçiler yükünden“ kısmen kurtulmak için önlemler geliştirmeye başladı.1983 yılında 10500,-DM teşvik primi ödenerek ve işçilerin birikmiş kazanımlarına da el konarak 74 bin Türkiyeli işçi zorla geri gönderildi. Burada kalanlarımız üzerindeki baskılar yeniden artırıldı. Yabancılar yasası sertleştirilmeye çalışıldı.

1986 yılından itibaren geri dönüşler önemli ölçüde zayıfladı. 1990’lı yıllarda Batı Almanya’nın doğuyu yutması; „ekonomiyi yeniden yapılandırma, rekabet gücünü artırma“ adıyla genel olarak işçi haklarına dönük saldırılar; artan işsizlik ve bununla at başı giden ırkçılık Türkiyeli işçilerin Almanya’da yerleşme eğilimini geriletemedi. Tersine yetişen yeni kuşaklarla birlikte, Almanya’yı kendimize „yeni vatan“ edinme, kalıcılaşma eğilimi güçlendi. Bu eğilim ve ırkçı uygulamalar karşısında korunma, eşit haklara sahip olma düşüncesi ile Alman vatandaşı olma başvuruları da arttı.

Öz olarak Almanya’da üç kuşak boyu kurulan ekonomik-sosyal yaşam, ilişkiler, alışkanlıklar, eğitim, sağlık, v.b. nedenler, 1960’larda kendini burada geçici-misafir olarak gören bizleri kalıcı olmaya yöneltti. Artık Almanya’da sadece işgücünü satarak kendisine bir gelecek kurmayı düşleyen kadını ve erkeği ile Türkiyeli işçiler yoktu. Türkiyeliler sosyal ve sınıfsal bir ayrışma yaşamıştı. Türkiye kökenli emekliler, gençler, torunlar; farklı uluslardan gelinler-damatlar vardı. Almanya’da doğmuş veya yetişmiş sendikacılar, işçi temsilcileri, akademisyenler, yeni kuşak sanatçılar, aydınlar vardı. Emeği ve alınteri ile ekmeğini kazanan, Türkiyeli işçilerin en doğal ihtiyaçları, duyguları ve inançlarının sömürüsü üzerinden sınıf atlamış bir avuç Türkiye kökenli işveren, bürokrat bir tabaka türemişti artık. Sonuç olarak Türkiyeliler bugün her ne kadar çeşitli kesimler tarafından misafir işçi olarak görülseler, misafir işçi psikolojisinden kurtulamasalar da misafir olmaktan çoktan çıkmıştır; farklılaşan sosyal ve sınıfsal konumlarıyla Almanya’daki sınıfsal ve sosyal ilişkiler içinde yerini almıştır.

Almanya’nın yabancı işçilere yönelik politikaları

Türkiyeli emekçiler, değişik yasalar ve faşit partilerin sürdürmüş olduğu ırkçı kampanyalarla, işsizliğin vb sorumlusu olarak gösterildi; daha ucuza çalışmak zorunda bırakıldılar. Değişik uluslardan emekçiler arasında rekabet körüklendi.

İşsizliğin, sosyal kısıtlamaların ve kötü çalışma koşullarının asıl sorumlusu olan kapitalistler bu girişimleriyle, emekçileri yanıltarak, kendi içlerine kapatmaya çalıştı.

şçilerin bölünmüşlüğü, sadece sermayenin daha fazla kar elde etmesine, emekçilerin var olan haklarının azalmasına yaradı.

Türkiyeli bir işçinin, bir Alman işçisine, Türk işverenlerden bin kat daha yakın olduğunu düşünen Federasyonumuz, kurulduğu günden bu yana Türkiyeli emekçilerin bütün alanlarda Alman emekçileriyle omuz omuza mücadele etmesinin olanaklarını geliştirme uğraşı içinde oldu.

1961 tarihinde yürürlüğe giren Türkiye-Almanya işgücü anlaşması, her iki ülkenin sermayesi için de önemli bir çıkar anlaşması oldu.

Çünkü yabancı işçilerin Almanya’ya gelmesi ile Alman sermayesi sadece ucuz ve dinamik işgücüne sahip olmadı. Aynı zamanda yerli işçilerin ücretlerinin düşük tutulmasında; sermayenin geleneksel böl-yönet politikasının yaşama geçirilmesinde de yabancı işçi varlığı istismar edildi.

Türkiye ile Almanya arasında yapılan işgücü sözleşmesinde işçilerin sosyal, kültürel, eğitsel ihtiyaçlarına ilişkin herhangi bir anlaşma yoktu. Alman sermayesi için yabancı işçiler artı-değer yaratan bir makine, adeta iş hayvanıydı. Yani söz konusu olan sermayenin ekonomik çıkarları, azami kar ihtiyacıydı. Bu ihtiyaç, tekellerin devletinin 1965 yılında çıkardığı yabancılar yasasında da resmiyete büründü: „Yabancılar yasasının ana amacı, işgücü ihtiyacının belirlenmesidir.“ Yabancı işçilerle ilgili yasal çerçeveyi belirleyen yabancılar yasası sermayenin ihtiyaçları, işçilerin „geçiciliği“ zemini üzerinde oluştu. Yabancılar yasası sermayenin, gerici-ırkçı politikasının resmi ifadesi, yasal dayanağıydı. Bu yasa ile yabancı işçiler her türlü insani haklarından yoksun bırakıldı. Ancak sermaye sahipleri ucuz „işgücü bekliyorlardı, insanlar geldi.“ Hiçbir dil eğitimi, meslek eğitimi alamayan; işçi yurtlarında barınan işçilerin, değişen sosyal yaşamı ve ilişkilerine bağlı olarak ihtiyaçları da farklılaştı.

Yetmişli yıllarda bunalıma koşut olarak Alman ekonomisinin mevcut yabancı işçiyi kaldıramayacağı tartışılmaya başlandı. Bu döneme dek yaşanan süreçte, sermayenin „yabancılar sorununu“ tartışmaması veya yabancıları kendi bunalımına malzeme olarak kullanma ihtiyacı duymaması onun, niyetinden, insancıllığından kaynaklanan bir durum değildi kuşkusuz. Dün de bugün de belirleyici olan sermayenin sınıfsal ihtiyaçlarıydı.Bu tartışmaların ardından yabancı işçilerin getirilmesi tamamen durdu. Ailelerin birleştirilmesi temelinde gelenlere çalışma izni kısıtlandı. Daha sonra işyerlerine işçi alımında önce Alman, sonra AB üyesi olma kıstası getirildi.

80'li yıllarda ekonomik bunalım yıkıcı etkisini gösterdiğinde de sermaye aynı silaha sarıldı. Bir taraftan işçi haklarına yönelik azgın bir saldırı başlatıldı. İşçi ücretleri düşürüldü, vergiler yükseltildi; çalışmayı teşvik yasası gibi 116. madde, iş yasaları işçiler aleyhine değiştirildi. Saldırılar karşısında işçilerde hoşnutsuzluk ve direnişlerin başlaması karşısında günah keçileri yine yabancılar oldu. Siyasal gericilik yoğunlaştırıldı, ırkçılık tırmandırıldı. Demokratik kazanımlar budanmaya başlandı. Güvenlik yasaları, yürüyüş ve gösteri yasaları, iltica yasası değiştirildi. İşsizliğin ve sosyal kısıtlamaların sorumlusu olarak yabancılar gösterildi ve yabancılar yasası daha da sertleştirildi. “Zimmermann yasası” olarak bilinen yasa taslağı günnlerce kamuoyunda tartışıldı. Almanya'ya getirilecek çocukların yaşı 16'ya düşürüldü. Gericilik, işçileri ortak çıkar ve hedeflerinden ve bu hedefler uğruna mücadeleden alıkoymak için ayrımcılığı, önyargıları alabildiğine derinleştirdi.

Sonraki yıllarda da sosyalizmin aldığı geçici yenilgiden cesaret alan sermaye işçi haklarına yönelik saldırılarını daha da pervasızlaştırdı. "Reformlar"," tasarruf paketleri" adı altında sermayenin zorunluluklarını emekçilerin, halkın zorunlulukları gibi gösteren Alman devletinin, işçi haklarına dönük saldırıları ile ırkçı politikalarla işçileri bölme çabaları iç içe geçti. "İç güvenlik tehdit altında", "yabancı gençlik kriminal" gibi demagojilerle halkı gerici politikalarına kazanmaya çalışan egemenler, demokratik haklara, işçilerin kitle örgütlerine yönelik saldırılarını ard arda sürdürdü. Irkçı-ayrımcı yasalar sertleşti. "Yabancıları" baştan beri uyguladığı ayrımcı-ırkçı politikalarla getto yaşamına zorunlu bırakan burjuvazi, bu yaşamın ortaya çıkardığı sosyal sorunları da önyargıları derinleştirmek için malzeme olarak kullandı. "Yabancılar sorunu" her zaman gündemde canlı tutulmaya çalışıldı.

Kısaca, ihtiyaç duyduğu her dönem, farklı dozda ırkçılığa-milliyetçiliğe sarılan; faşist örgütleri zaman zaman devreye sokan Alman gericiliğinin politikası böl-parçala-yönet politikası oldu. Son yıllarda entegrasyon politikasından söz eden Alman devleti ve sermaye politikacıları, gerçekte hiçbir zaman emekçilerin entegrasyonunu-bütünleşmesini gerçekleştirecek bir politikadan yana olmadılar. Ortak sorun ve ihtiyaçlara sahip olan işçilerin birleşmesi ve kaynaşmasının önüne engel olmak için her yöntemi deneyen Alman gericiliği, farklı uluslardan emekçiler arasında hukuksal eşitliği sağlayacak; entegrasyonun ön koşulu vatandaşlık hakkına sahip olmayı bile daha da zorlaştırdı. Emekçilerin sömürüsünde ulusal engel tanımayan; emekçilerin haklarına karşı birleşen farklı uluslardan sermaye gruplarının, işçi ve emekçilerin bütünleşmesini istemesi ve sermayenin devletinden bunun beklenmesi zaten ham hayal olurdu. Yasal ve fiili uygulamaları ile entegrasyonun önünü tıkayan sermaye politikacıları, entegrasyon sözleri ile işçileri-emekçileri aldatmakta; gerçekte farklı uluslardan işçilerden kendi sınıf çıkarlarından uzaklaşarak, sermayenin çıkarları ile birleşmesini; sermayenin saldırı ve uygulamalarına boyun eğmesini; "misafirlik, kararsızlık" psikolojisi içinde buradaki yaşama tutunmamalarını istemektedirler..

Ayrımcılığa ve bölücülüğe karşı eşit haklar için Alman vatandaşlığı

Elde edilen hakların kullanılması, aynı zamanda, „Yaşam merkezi Almanya olan herkese vatandaşlık hakkı tanınması“mücadelesini güçlendirecektir. Bunun için federasyonumuz „Memurların keyfi uygulamalarına boyun eğmeyelim, vatandaşlığa geçelim“ kampanyası çedcevesinde bilgilendirme, tartışma toplantıları düzenliyor.

45 senedir hem Almanya’da,hem Türkiye’de bir çok hükümet değişmesine rağmen, uygulanan ayrımcı politikaların özü değişmemiştir. Her gelen hükümet emekçileri bölme politikasını devam ettirmiştir. Bu politikaların değişmesi, ancak bölünmeye çalışılan emekçilerin ortak mücadelesiyle mümkündür.

Yeni Vatandaşlık Yasası 1 Ocak 2000’ den itibaren yürürlüğe girdi. Yeni yasa da Alman Vatandaşlığına geçmek için başvuruda bulunacaklardan birçok önkoşul istiyor. Ancak yıllardır eşit haklardan yoksun olan bizlerin, hukuksal anlamda eşit haklara sahip olmamız kendi geleceğimiz için önem taşıyor. Hukuksal anlamda eşit haklara sahip olmamızın yolu ise Alman Vatandaşı olmaktan geçiyor.

Öyleyse ne yapacağız?

Otuz-kırk yıldır bu ülkede yaşıyoruz. Alman halkı ile birlikte çalıştık, birlikte ürettik. Birlikte daha iyi çalışma ve yaşama koşulları için mücadele ettik. Birlikte çocuklar büyüttük; torunlar gördük. Ama aynı yaşamı paylaştığımız, aynı sorunlara sahip olduğumuz; özlemlerimiz, ihtiyaçlarımız aynı olan emekçilerle hep karşı karşıya getirildik. Eşit haklardan yoksun bırakılışımız, „yabancı olma“ durumumuz yönetici sınıflar, sermaye sahipleri tarafından sürekli kullanıldı.Irkçı politikalarla Alman halkına düşman gösterildik; gerici düzen partileri tarafından malzeme yapıldık. Geldiğimiz ülkenin yöneticileri Türk devleti de, sorunlarımızı ve duygularımızı istismar ederek bizi sürekli aldattı, oyaladı. Alman gericiliğinin ırkçı politikaları karşısında, milliyetçiliği körükleyen Türk devleti ve onun Almanya’daki kurumları, bizleri Alman halkından uzaklaştırmaya, daha fazla kendi içimize kapatmaya çalıştılar.

Türkiye’deki yaşam koşullarının her geçen gün emekçiler için kötüleşmesi, sömürücü sınıfların soygun ve talanı, çeteler iktidarı ve yaşanan çürümenin ürkütücü boyutları „ülkeye dönüş“ fikrimizi sürekli ertelememize neden oldu. Ve yıllar yılı yaşadığımız tüm zorluklara, karşılaştığımız yoğun sömürüye, ödediğimiz bedellere karşın, Almanya’da kurduğumuz yaşam, bizleri burada kalıcılaşmaya yöneltti. Bu yönelim, güvenli bir yaşama sahip olma isteğimizin, çaba-mızın artmasını beraberinde getirdi.

Güvenlikli bir yaşama sahip olmanın yolunun ise öncelikle hukuksal konumumuzun sağlamlaşması, hukuksal eşitliğin gerçekleşmesinden geçtiğini düşünüyoruz. Özcesi madem ki, yaşamımızın geri kalan bölümünü de burada geçirmek istiyoruz; madem ki, çocuklarımızın geleceğini burada kuracağız; öyleyse nasıl fabrikalarda, işyerlerinde Alman işçilerinin bir parçası durumunda isek, birlikte üretiyorsak, o zaman toplumda da bu halkın bir parçası olmalı, birlikte yaşamalıyız. İşte bunun ilk adımı, bize hukuksal anlamda eşitlik sağlayacak vatandaşlık hakkıdır.

Alman vatandaşlığına geçtiğimiz takdirde, hukuksal anlamda daha güvenceli bir yaşama sahip olacağız. Örneğin; oturma ve çalışma hakkı ve sosyal yardımlardan yararlanmada bir Alman emekçisinin sahip olduğu haklarımız olacak; sınırdışı edilme tehditleri ve durumu ortadan kalkacaktır. Devlet memuru olma; seçme-seçilme hakkına sahip olma gibi haklarımız olacak; bir Alman vatandaşının gittiği her yere vizesiz seyahatedebileceğiz.“Yabancı olma“ durumumuzun istismar edilmesi azalacak; Alman halkıyla birlikte karşılaştığımız ortak sorunlarımız için, ortak mücadeleye katılışımızın önü açılacaktır.

Ancak bugün yürürlüğe konan yeni Vatandaşlık Yasası, ayrımcı-gerici birçok önkoşul getirdiğinden her emekçinin faydalanacağı bir yasa değildir. Bu yasa işsiz olan, sosyal yardımla geçinen, iş güvencesi olmayan, yeteri kadar dil bilmeyen, suç işlemiş olan yabancıların Alman Vatandaşı olmasını engellemektedir.

Oysa biz biliyoruz ki, işsizlik, dil sorunu, yabancıları özellikle de gençliği suç işlemeye yönelten içinde yaşadığımız koşullardır. Hiçbir emekçi, Türkiyeliler de kendi arzuları ile sosyal yardım kapılarında beklemek; kendilerini ifade edemez duruma düşüp aşağılanmak istemezler.

Son yıllarda „entegrasyon“ sözünü ağzından düşürmeyen Alman devleti, eğer gerçek anlamda „yabancıların“ entegrasyonunu istiyorsa, herşeyden önce yabancı emekçilerin önkoşulsuz eşit haklara sahip olmasını sağlamak zorundadır.

Ayrımcılığa yol açan, Türkiyelileri kendi içine kapalı bir yaşama mahkum eden koşulların ortadan kalkması ancak, buna neden olan yasal ve sosyal engellerin ortadan kalkmasına bağlıdır. Oysa görüyoruz ki, Alman sermayesi ve hükümeti, sahip olduğu özelliklerle, bu topluma „uyum“ sağlamış; sermaye için bir „değer“ ifade eden „yabancıların“ Alman Vatandaşı olmasını istemekte, geri kalanı kendisine „yük“ olarak görmektedir. Kararını burada yaşama yönünde vermiş her emekçinin, eşit haklara sahip olmak, en doğal hakkıdır ve bu hakka ayrımsız bütün emekçiler sahip olmalıdır.

Onun için diyoruz ki, Vatandaşlık Hakkının önündeki bütün engeller kaldırılmalıdır.

Alman Vatandaşlığına sahip olma her emekçinin hakkı olmalıdır.

Felaket tellallarına kanmayalım

Yeni Vatandaşlık Yasasının yürürlüğe girmesi ile, bu yasanın „çifte vatandaşlığa“ olanak tanımaması karşısında, Türk devletinin buradaki kimi kurumları ve sermaye basını, Türkiyeliler içinde korku ve panik havası yaratmaya soyundular. Türkiyelilerin sadece Alman Vatandaşı olmaları durumunda Türk Vatandaşlığından doğan bütün haklarını kaybedecekleri yönünde yalan açıklamalar yaydılar.

Türkiyelileri, Alman vatandaşı olmaları durumunda, Türk devletinin, sermayesinin çıkarlarına bağlamakta zorlanacaklarını düşünen gerici çevreler, hukuksal ilişkinin bir biçimde devam etmesinin yollarını aramaya başladılar.

Diğer taraftan, ırkçı politikalardan dolayı Türkiyelilerde oluşan kimi önyargıları ve güvensizlikleri de kışkırtarak, bizleri olabildiğince tek vatandaşlıktan, yani Alman vatandaş-lığından uzak tutmak için korku ve endişe havası yaratmaya çalıştılar, çalışıyorlar. Oysa biz biliyoruz ki 1995 yılı Haziran ayında Türk Vatandaşlık yasasında yapılan değişikliklere göre, başka bir ülkenin vatandaşlığına geçmek üzere Türk Vatandaşlığından çıkan Türkiyelilerin bütün hakları koruma altına alınmıştır.

Türkiye’de oturma, çalışma, mülk edinme hakları bütünüyle mevcuttur. Bu gerçeklere karşın gerici çevrelerin yapmaya çalıştığı felaket tellallığı, Türkiyeli emekçilerin çıkarını gözeten değil, sömürücü sınıfların, soygun ve çete devletinin çıkarını gözeten, emekçileri aldatmaya dönük bir çabadır....

Türk devletinin Almanya’daki Türkiyelilere yönelik yaklaşımı ve politikaları

Türkiye'den Almanya'ya işgücü göçünün 40 yıllık tarihi, gerek Türk, gerekse Alman gericiliğinin Türkiyeli emekçi halkı, kendi içine kapanmaya yönelten politika ve uygulamalarına sahne oldu. Din ve milliyet farkı istismar edilerek, ihtiyaçları, sorunları ve özlemleri aynı olan emekçilerin kaynaşma ve dayanışmasını kendi çıkarları için bir tehlike olarak gören çevreler, Türkiyelilerin "yabancılar" olarak kalmasını sağlamak üzere yaşamın her alanında değişik ulusların birbirleriyle ilişkisini, paylaşımını ve dayanışmasını önlemeye çalışan bir tutum içinde oldular.

Türkiyeli emekçilerin, yerli-yabancı ayrımına ek olarak, Türk-Kürt, Alevi-Sünni vb. bölünmelere yönlendirilmesi, sorun ve sıkıntılarının daha da artmasını beraberinde getirdi.

1961 işgücü anlaşmasından çıkar sağlayan taraflardan biri de Türk devleti ve egemen sınıfları oldu. Türkiye gericiliği ekonomik bunalım ve işsizliğin yoğun yaşandığı bir dönemde, işgücü fazlasının bir bölümünün Avrupa'da istihdam edilmesini sağlayarak bir nebze bu yükten kurtuldular. Diğer yandan işçi dövizlerinden çıkar sağlamak ilk hedefleri oldu. Türk devleti Anayasa'ya şöyle bir madde koymayı da ihmal etmedi: " Devlet yabancı ülkelerde yaşayan Türk vatandaşlarının aile birliğinin, çocuklarının eğitiminin, kültürel ihtiyaçlarının ve sosyal güvenliklerinin sağlanması; anavatanla bağlarının korunması ve yurda dönüşlerinde yardımcı olunması için gerekli tedbirleri alır. " Hemen hemen bütün yasalar gibi bu yasa da Türkiye egemen sınıflarının çıkarları neyi gerektiriyorsa bütün dönemlerde öyle uygulandı. Yetmediği koşullarda kimi kez emekçilerin gözünü boyamak, oyalamak ve aldatmak için ama, esas olarak kendi ihtiyaçları gereği yeni kararnameler çıkarmaktan, genelgeler yayınlamaktan geri durmadılar.

Türk devleti hiçbir dönem Almanya'da yaşayan ve çalışan işçilerin eşit ekonomik-sosyal - politik haklara sahip olması için herhangi bir çaba göstermedi. Tersine Alman devletinin ırkçı-ayrımcı politikaları; farklı uluslardan işçiler arasında ulusal çitlerin yıkılmaması; Türkiyeli işçilerin ulusal özelliklerinin yitirilmemesi, Türkiye gericiliğinin de çıkarları ile bütünleşen bir politikaydı.

Irkçı saldırıların öldürümlerle sonuçlandığı dönemlerde bile ölüler, gericiliğin çıkarları için kullanıldı. Türkiyeli işçilerin tepkilerini yatıştırmak, güven tazelemek; Alman sermayesine karşı ırkçılığı koz olarak kullanmak için sahte beyanlar verildi. Türkiyeliler içinde milliyetçilik egemen kılınmaya çalışıldı. Alman devleti için ucuz işgücü olan Türkiyeli işçiler, Türk devleti için döviz makinesiydi. Emekçilerin sorunları milliyetçi, uyuşturucu söylevlerle savuşturuldu ama, dövizlerin Türkiye'ye akışının sağlanması için her yol ve yöntem kullanıldı. Döviz hesapları, hisse senedi satışları, işçi şirketleri ortaklıkları, devlet garantili bankerler; bedelli askerlik; konsolosluklarda harçlar, haraçlarla emekçilerin emeklerine, birikimlerine el konulmaya çalışıldı. İşçilerin özendirilmesi, aldatılması ile kurulan 300'e yakın işçi şirketi ya iflas ettirildi, ya da büyük tekellere yem yapıldı. Gümrük Birliği anlaşması çerçevesinde belirlenen Almanyadaki işçilerin haklarından, Alman devletinden alınan krediler karşılığı vazgeçildi.

Türkiye gericiliği Almanya'daki işçilerin karşılaştığı sorunları ve zorluklarını, çaresizliklerini ve ihtiyaçlarını, duygularını, sürekli kendi sınıf çıkarları için istismar etti. Konsolosluklar, diplomatlar, çeşitli dönemlere yurtdışına gönderilen bakanları, müsteşarları üzerinden ve 1969'da Avrupa ekleri çıkaran, 1972'de ise burada da yayınlanmaya başlayan Hürriyet, Tercüman gibi holding basını aracılığı ile işçiler milliyetçi, gerici düşüncelere kazanılmaya çalışıldı. İşçilerin karşılaştıkları sorunlar, yaşadıkları ayrımcılık ve eşitsizlikler bugün de olduğu gibi TÜRK ve MÜSLÜMAN olmaları ile açıklandı. Müslümanlığa ve Türklüğe sıkı sıkı bağlanmanın; müslüman ve Türklerin kendi içinde birleşmelerinin; işyerlerinde ise "üzümünü ye bağını sorma" anlayışı ile ücretlerini alıp hiçbirşeye karışmamalarının; uyumlu ve yasalara saygılı olmalarının öğütleri verildi. Alman devleti aynı sorunları yaşayan, ortak ihtiyaçları olan işçilerin birleşmesinden ve ırkçı politikaları, ayrımcılığı boşa çıkaracak olan birlikte mücadeleden ne kadar ürktü ve bunu engellemeye çalıştı ise; Türk devleti de bizim Alman işçileri ile birleşmemizden o kadar ürktü ve engellemeye çalıştı. Alman gericiliğinin, yabancılar yasası, sınırdışı tehditleri ile yabancı işçileri politik mücadeleden, örgütlenmeden uzak tutmaya çalıştığı biliniyor. 1973'de Köln- Ford'da patlak veren greve Türkiyeli işçilerin yoğun katılımı karşısında Alman işverenleri "yabancı işçiler politize edilmemeli " uyarısında bulunuyordu. Aynı dönem sorunlarının çözümü için biraraya gelmeye başlayan Türkiyeli işçilere dönemin bakanlarından biri "dernek, örgüt sizin neyinize, bırakın o işlerle uğraşmayı, bize güvenin" diyor; Türkiyeli işçileri kendi çıkarları için politika yapmaktan uzaklaştırmaya çalışıyordu. Türk devletinin aynı gerici tutumu, işçilerin sendikal örgütlenmesine karşı da sürdü. Türk konsoloslukları aracılığı ile DGB'nin Türkiyeli işçiler tarafından beğenilmeyen politikaları ve sorunlar basamak yapılarak, " Sendikacılar, Tercümanlar ve Sosyal Danışmanlar Çalışma Grubu" oluşturuldu. Yakın dönemde oluşturulan Vatandaşlık Üst Kurulu gibi, bu çalışma grubu ile işçilerin yerli işçilerle birleşmesi engellenmeye; Türk devletinin Almanya'daki çıkarlarını temsil edecek araçlar oluşturulmaya; işçiler oyalanmaya çalışıldı.

Türkiye gericiliği 1980'li yılların sonlarında "Avrupa'daki Türk varlığının yeni konumunu" sorguladı ve Avrupa'daki işçilere yönelik politikalarını yeniledi. Çünkü Almanya'daki Türkiyeli işçiler arasında kalıcılaşma-yerleşme eğilimi güçlenmişti. Bu eğilim işçileri, kendi yasal konumunu güçlendirmeye; ekonomik ve sosyal yaşamlarını burada yeniden düzeltmeye yöneltiyordu. Almanya'da yaşadığı sorunlara duyarlılığı artmakta; yaşama ve çalışma koşullarını iyileştirme mücadelesine ilgi duymakta, sorunlarını çözme alternatifini Almanya'da aramaya yönelmekteydi.

Gericilik, ezici çoğunluğu işçi-emekçi olsa da farklı sosyal konuma sahip Türkiye kökenli insanların değişen durumunu da gözeterek, Almanya'daki Türkiyeli potansiyeli kendi sınıf çıkarları için değerlendirmede daha “kalıcı politikalar” oluşturmaya yönelmiştir. Türkiyelilerin değişen konumundan ve ihtiyaçlarından dolayı eskisi gibi soyut "ülkemizin yükselmesi ve zenginleşmesi" ile etkileyemeyen gericilik yasal eşitsizlikleri, ayrımcılığı, kapalı getto yaşamını ve sorunlarını istismar etmekte; aşağılanan, yalnızlaştırılan Türkiyelilerin yabancılık psikolojisini; duygularını kullanarak, yaşadığı sorunların çözüm yolunun Türkiyelilerin milliyetçi politikalar etrafında birliğinden geçtiğinin propagandasını yapmaktadır. Ulaşım ve iletişimdeki gelişmenin avantajlarıyla televizyon, radyolar, holding basını; konserleri, ithal din adamları, öğretmenleri; alışveriş merkezleri, kahveleri, diskoları; dış temsilcilikleri, resmi-sivil dernekleri, vakıfları ile yeni kuşakların da milliyetçi-dinci-gerici anlayışlara bağlanması; manevi yaşamlarının bu anlayışlara teslim olması için çalışılmaktadır. Örneğin onlara göre,"Irkçılık ya da yabancı düşmanlığı, Türk ve Müslüman düşmanlığıdır! Hiristiyan batılılar bizim sorunlarımızı kullanmakta, iç işlerimize karışmakta, bize haksızlık etmektedir! Hatta terör örgütlerini bile bize karşı desteklemektedir! Avrupalıların dinleri, gelenekleri ile bizim geleneklerimiz farklıdır! Türkler milli ve dini duygularını, geleneklerini muhafaza etmelidir! Onların bizi asimile ederek yok etmesine izin vermeyelim!" gibi milliyetçi-gerici propaganda ile işçiler Türkiye egemen sınıflarının çıkarlarına bağlanmaya; yanyana çalıştığı, birlikte oturduğu Alman halkına karşı düşmanlaştırılmakta; kendi içine kapatılmaya, yalnızlaştırılmaya çalışılmaktadır.

Bunun için Dış Türkler Bakanlığı, Vatandaşlar Koordinasyon Kurulu gibi sözde sorun çözücü, sahte kurumlarla işçiler beklentiye sokulmakta; yeni yeni forumlar, işveren dernekleri, vakıflar, cemaatler örgütlenerek ve var olanlar birleştirilmeye; maddi ve manevi olarak güçlendirilmeye çalışılarak, gericiliğin dayanakları çoğaltılmakta, sağlamlaştırılmaktadır.

Sonuç olarak Türkiye gericiliği, Almanya'daki Türkiyelileri, kendi çıkarlarını savunacak; Avrupa pazarına girmesini kolaylaştıracak; Avrupa'da ekonomik ve siyasi anlamda söz sahibi bir güç olmasını sağlayacak bir potansiyel olarak değerlendirmeye çalışmaktadır. Böylece işçi dövizlerindeki akışın sürekliliğinin sağlanması da teminat altına alınmaktadır. ( Ki yurtdışı işçi dövizleri Türkiye gericiliği için hala ciddi bir öneme sahiptir. Banka ve posta aracılığı ile yıllık ortalama 3 milyar dolar döviz Türkiye'ye aktığı gibi, 1995 yılı verilerine göre Almanya'ya yapılan ihracatın yarıya yakını, Almanya'daki Türkiyeli işadamları üzerinden Türkiyelilerin oluturduğu pazara dönük olarak yapılan ihracattır.)

Türkiye egemen sınıflarının gerici ve milliyetçi politikalarla, Almanya'daki işçileri kendi çıkarlarından uzaklaştırmasında, emekçilerin suni gündemlerle oyalanmasında; diğer uluslara karşı beslediği önyargıların devam etmesinde; kendi içine kapatılmasında ve Alman gericiliği tarafından da konumunun istismara açık hale getirilmesinde Türkiye kökenli gerici örgütlenmeler önemli bir role sahiptir.

Herbiri "farklı" ifade tarzlarıyla Türkiyelilerin çıkar ve hak örgütü olduğunu iddia eden bu örgütler, ya doğrudan Alman ve Türkiye gericiliğinin çıkarlarına hizmet etmekte; ya da izledikleri politikalarla onların değirmenine su taşımaktadırlar. 1973-74 yıllarında kurulan gerici-dinci örgütlenmelerin önemli bir kısmı Türkiyelilerin dini ibadet ihtiyacını istismar ederek; milliyetçi-faşist örgütlenmeler de yabancı olma durumunu kullanarak, ırkçılığa karşı milliyetçi söylemlerle ortaya çıkmışlardır.

Irkçı saldırılar karşısında yaşamlarını kaybeden emekçilerin ölü bedenlerini, ağdalı bir duygu sömürücülüğü ile milliyetçi-faşist politikaların yaygınlaşması için kullanan bu örgütler, özellikle de gençlik içerisinde taban yaratmaya çalıştılar. Emekçileri milliyetçilik ile zehirleyen bu örgütler, ırkçılığın-ayrımcılığın karşısına "Türkün Türkten başka dostu yoktur" anlayışı ile çıkarak işçiler arasındaki ulusal çitlerin yıkılmaması için çalıştılar. Müslümanlığı öne çıkararak emekçileri örgütlemeye çalışan kurumlarda, Türkiyeli işçilerin inanışlarını, duygularını kendilerine sermaye yaparak, emekçilerin alınterlerini talan etmekten geri durmadılar. Türk devletinin resmi sözcüleri gibi Türkiyeli işçilerin uyumundan da söz eden bu örgütlerin uyumdan anladığı; Türkiyeli işçilerin gereci-milliyetçi özellikleri, "değerleri" koruyarak diğer uluslarla birarada; yaşamın her alanında fırsat eşitliğine sahip olmasıdır. Yani farklı ulusal özellikler taşıyan işçilerin bu özelliklerini koruyarak kendi içine kapalı yaşamlarını devam ettirmesi ve herkesin de buna karşı hoşgörülü davranmasıdır.

Yine Alevi emekçilere yönelik baskıya ve kıyıma karşı Alevi emekçilerin birleştirilmeye çalışıldığı Alevi örgütlenmeleri de son dönemlerdeki yönelimleriyle, Alevi emekçileri baskı ve zulme karşı direniş; egemen güçlere karşı mücadele geleneğinden kopararak egemen sınıfların politikasına bağlamaya çalışmaktadırlar. Alevi emekçilerin, demokratik hak ve özgürlükler için, baskı ve zulme karşı taşıdığı mücadele dinamizm sistemin çarkları arasında öğütülmek istenmektedir.

Sonuç olarak gerek Türk devletinin resmi kurumları, gerekse Türkiyelilerin çıkar örgütü olarak ortaya çıkan "sivil" örgütlenmeler, politikaları ve pratik çalışmaları ve etkinlikleri ile doğrudan veya dolaylı olarak sermayeye, onun işçi ve emekçilere düşman gerici amaçlarına hizmet etmekte; emeği ve alınteri ile ekmeğini kazanan işçileri, emekçileri, kadınları aldatarak, duygu ve inanç sömürüsü üzerinden gericiliğin çıkarlarına bağlamaya çalışmakta; onları kendi çıkarlarından uzaklaştırmaktadırlar.

İşçilerin sorunlarını, zorluklarını istismar eden; toplumsal gerçekleri çarpıtan gerici güçler, bütün kötülüklerden sömürü sisteminin, sermaye egemenliğinin sorumlu olduğunu; toplumdaki gerçek bölünmenin emeği ile yaşayan işçiler; emeğin sömürüsü ile saltanat süren patronlar olarak ikiye bölündüğünü; müslüman-hiristiyan, Türk-Alman, Alevi-Sünni gibi kutuplaşmaların sahte olduğunu ve sömürücülerin işine yaradığını gizleyerek, binlerce emekçiyi aldatmaktadırlar. Türklerin birliği, Türkiyenin çıkarları adına oluşturlan politikalar, kurulmaya ve güçlendirilmeye çalışılan konseyler, vakıflar, cemaatler ile gerçekte (Alman veya Türk) sermaye ve gericiliğin çıkarları savunulmakta;işçiler sermayenin çıkarlarına kurban edilmektedir.

İşçilerin birliği ve halkların kardeşliği anlayışıyla kurulan Federasyonumuz, tüm etkinlik ve eylemlerinde, ayrımcılığa ve bölünmüşlüğe karşı, kaynaşma ve dayanışmayı esas aldı. Türkiyeli emekçilerin, içinde yaşadığı toplumun ilerici kültürel birikimiyle buluşması, ortak ihtiyaç ve özlemleri için işyerlerinde, okullarda, semtlerde gücünü birleştirmesine yardımcı olma çabası, 20 yıllık tarihinde Federasyonumuzun özen gösterdiği bir uğraş oldu. Sendikalar, öğrenci örgütleri, meslek kuruluşları, kültürel dernekler ve semt inisiyatifleri gibi yaşamın her alanında ortak örgütlenme ve hareket etmenin önünü açmak için kültürel ve politik sayısız toplantı, panel, şenlik ve eylemler düzenleyen Federasyonumuz, Türkiyeli emekçilerin ve gençliğin doğal kaynaşma sürecini yavaşlatmaya çalışan Türk ve Alman gericiliğine karşı mücadeleyi, kendi varoluş nedenlerinden biri olarak gördü.

İşçilerin sorunlarını, zorluklarını istismar eden; toplumsal gerçekleri çarpıtan gerici güçler, bütün kötülüklerden sömürü sisteminin, sermaye egemenliğinin sorumlu olduğunu; toplumdaki gerçek bölünmenin emeği ile yaşayan işçiler; emeğin sömürüsü ile saltanat süren patronlar olarak ikiye bölündüğünü; müslüman-hiristiyan, Türk-Alman, Alevi-Sünni gibi kutuplaşmaların sahte olduğunu ve sömürücülerin işine yaradığını gizleyerek, binlerce emekçiyi aldatmaktadırlar.

Başa dön
Nach oben