“Endlösung”

Tecrit, Savaş ve İşgal Politikaları Üzerine

Murat Çakır

Bazen devlet yönetimlerinin aldıkları kararlar, ulusların tarihlerini yakından etkiler, onyıllar sonrasındaki kuşaklar için utanç kaynağı olurlar. Yaşadığım Almanya’da bunun örnekleri çoktur. Örneğin 20 Ocak 1942 günü Alman ulusunun tarihine kara bir leke olarak kazınmıştır. Bu tarihte yapılan ünlü Wannsee Konferansı’nda dönemin karar vericileri, “Yahudi Sorununu” kökten çözmek (!) için “Endlösung” kararını almışlardı. Sonucu biliniyor: onmilyonlarca savaş kurbanı ve 6 milyon Yahudi’nin yok dilmesi. Günümüz Almanya’sının genç kuşakları 61 yıl sonrasında bile halen bu utancın acısını çekmektedirler. Şimdiki kuşağın torunları da aynı acıyı çekmek durumundadırlar.

Alman ulusunun bu tarihsel deneyimi, Türk ulusu açısından her zaman önemsenmesi gereken bir “alarm zili” olarak algılanmalıdır. Çünkü Türkiye’deki iktidar sahiplerinin ve devlet içerisindeki gerçek egemenliğin sahipleri olan karar verici kliğin aldığı kararlar ve uygulamaları bütün bir ulusun geleceğini ipotek altına sokacaktır, sokmaktadır da.

Ülke onuru üzerine kirli pazarlıklar

Geçen yılların konjüktürel gelişmelerinin yardımı ile iktidara gelen “İslamcı Kemalistler”, daha şimdiden ucunu militarist kliğin tuttuğu ipliklerle yönlendirildiklerini göstermekteler. Türkiye’de yüzde doksanları aşan savaş karşıtı tutumu ve kendi milletvekillerinin hassasiyetini utanılacak bir şekilde kirli pazarlıklar için koz olarak kullanan AKP Hükümeti, Türkiye’yi her pahasına savaşa sokmak isteyen derin devlet ve militarist güçlerin sözcülüğüne soyunmuş durumda.

Dünya halklarının, milyonlarca insanın katıldığı protesto eylemlerinde ifadesini bulan savaş karşıtlığı, savaş taraftarı olan Britanya Hükümetini dahi dikkatli adım atmaya zorlaması, Ankara’nın pazarlıklarla meşgul olmasını engellemiyor. Tam aksine kamuoyu “savaş zaten çıkacak, çıkmasına da, bundan nasıl bir kâr elde eder, bölgede nasıl söz sahibi oluruz” tartışmaları ile ikna edilmeye çalışılmakta. Yani, bir gazetecinin deyimiyle, “tecavüz olacak, hiç olmazsa ses çıkarmayıp, tecavüze uğrayanın kollarını tutup, sonra biz de zevk alalım” anlayışı yerleştiriliyor. Bu iğrenç anlayışın ne anlama geldiğini söylemeye insanın dili varmıyor.

Asıl hedef!

AKP iktidarının, Genelkurmayın ve hatta kimi emekli generaller ile, şövenist ihtirasla birer şahin kesinlen “sahibinin sesi” köşe yazarlarının tutumları, Türkiye’nin savaşa sokulmasının ardındaki asıl hedefi deşifre ediyor: Savaş ganimetlerinden yararlanmak, savaş sonrası coğrafyada söz sahibi olmak ve Kürt hareketini imha etmek.

“Türkiye’nin millî menfaatlerinin korunması” olarak deklare edilen bu politikalar ülkeyi ateşe atacak. Karar verici klik Türkiye ve bölgenin geleceği ile oynuyor. ABD’nin Irak’a karşı girişeceği saldırı savaşı, Türk Silahlı Kuvvetlerinin 1995 yılındaki “Çelik Harekâtı” ile Kuzey Irak’ta oluşturduğu fiilî işgali meşrulaştırmak için kullanılacak. Türk ordusu daha şimdiden konuşlandığı bölgelere – Kanimasi bölgesindeki karakolun bulunduğu tepeye beyaz taşlarla “Dilmen Tepesi” yazması gibi – Türkiye toprakları muamelesi uygulamaktadır. Uluslararası hukuka aykırı olan bu yayılmacı tutum, savaş esnasında ve sonrasında daha da genişletilmek istenmektedir. Bu ise bölgede şimdiden sonucu görülemeyecek olan çatışmalara yol açacaktır.

Tecrit, imha politikasının bir parçasıdır

Aylardan beridir KADEK Genel Başkanı Abdullah Öcalan’a karşı uygulanan tecrit politikası da savaş ve imha politikasının bir parçasıdır. Karar verici klik, savaşın gölgesinde Kürt sorununu “kökten çözmeye” karar vermiş bir görüntü çizmektedir. Bugüne kadar Kürt sorununun çözümünü, kozmetik rütuşlardan ileri gitmeyen bir takım yasal düzenlemelerle uzatarak oyalamaya çalışan devlet politikası, şimdi Kuzey Irak’ta de facto oluşmuş olan Kürt devletinin kurulmasını engelleme gerekçesiyle imha politikasına dönüştürmüş durumda. Devlet, Türk halkına savaşı ‘Kürt tehditi’ bahanesiyle kabul ettirebileceğini düşünüyor. Zaten, kimi “solcu” yazarların da TBMM’ne getirilen savaş tezkeresi öncesinde “ABD – KADEK görüşmelerinden”, “yerel çatışmalardan” ve “iç savaş tehditinden” bahsetmeleri de bu yüzdendir. Bu nedenle karar verici klik, savaşın gölgesinde imha ve tecrit politikası uygulayarak, Kürtlerin sabrını taşırmak ve Kürt ulusal hareketini provoke etmeye çalışmaktadır.

Ancak unutulan iki nokta var: birincisi, Kuzey Irak’ta yaşayan Kürtler, oluşmuş olan özerk yapının hem altyapısına, hem de iradesine sahiptirler. Bu oluşumun ve Kürtlerin ulusal bilincinin zor kullanarak durdurulacağını sanmak, tek kelimeyle aptallık olacaktır. İkincisi ise, Türkiye’deki Kürtlerin Abdullah Öcalan üzerinde uygulanan tecridi, bütün Kürtlere karşı uygulanmakta olan bir tecrit politikası olarak algılamalarıdır. Tecrit ve imha politikalarının devam ettirilmesi, gelecekte onarılması olanaklı olmayan bir düşmanlığa temel oluşturacaktır.

Savaşa karşı çıkmak, tecrite karşı çıkmakla eş anlamlıdır

Bu nedenle Türk ulusu tarihsel bir sorumlulukla karşı karşıyadır. Savaş karşıtlığı, tecrite karşı çıkmakla eş anlamlı olmadığı ve savaş karşıtı söylem, Türkiye’de çıkabilecek bir iç savaşa karşı tepkiye dönüşmediği sürece, militarist ve egemen şövenist söylemlerin etkisine girecektir. Savaş karşıtı Türkler, tecrit ve imha politikalarına aynı hassasiyetle karşı çıkmadıkları müddetçe, Kürt fobisinden kurtulamayan, ırkçı ve yayılmacı bir resmi ideolojinin gölgesinde kalacaklardır.

Tarihin unutmadığı bilinmelidir. Türk ulusunun gelecek kuşaklarının bugünleri utanç içerisinde, acıyla anmasını istemeyenler, başta Kürt, Türk, Arap ve diğer bölge halklarının özgürlük mücadelelerinin bastırılması için yürütülen bu paylaşım savaşına, tecrit ve imha politikalarına şiddetle karşı çıkmalıdırlar.

Türkler, tarihlerindeki kara lekelerden kurtulmayı bütün uluslar gibi hak etmektedirler. Ama, bunun için ilk adımı atmak, kendi sorumluluklarındadır.