Sürekli Savaş

Ignacio Ramonet

“History is again on the move.(1)”
Arnold J. Toynbee

Irak olayında, temele ilişkin bir şeylerin gündeme geldiği açıkça seziliyor. Her yerde tehlike çanları çalıyor, uluslararası yapı bütünüyle çatırdıyor, Birleşmiş Milletler sağa sola çekiştiriliyor, Avrupa Birliği bölündü, NATO’da çatlak var... Trajedi yaratma makinesinin yeniden faaliyete geçtiği inancını taşıyan on milyon kişi 15 Şubat 2003’te dünya kentlerinin sokaklarında protesto gösterilerinde bulundu. Uluslararası siyasetin hoyratlığının, aşırı şiddet uygulamalarıyla, hırsları ve kinleriyle geri dönüşüne seyirci kalmayı reddediyorlar.

Bu ortak endişeler kaygı verici sorular şeklinde kendini ifade ediyor: Neden Irak’a karşı bu savaş? Neden şimdi? Birleşik Devletler’in gerçek emelleri ne? Neden Fransa ve Almanya buna böylesine şiddetle karşı çıkıyorlar? Bu çatışma ne bakımdan dış politika konusunda yeni bir kart dağılımını açığa vuruyor? Dünyanın büyük dengelerinde ne gibi değişikliklerin habercisi bu?
Çok kimse bu savaşın gerçek nedenlerinin esrarını koruduğu düşüncesinde. Washington’un ileri sürdüğü kanıtları inceleyen iyi niyetli insanlar hâlâ kuşkulu. Amerikalı yetkililer bu savaşın gerekliliği konusunda ikna edici olamadılar. Cılız gerekçeleri döne döne vurgulamadaki ısrarları uluslararası kamuoyunu daha fazla kuşkuya sevk ediyor.

Nedir resmi gerekçeler? Başkan George W. Bush’un 12 Eylül 2002’de Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’ne sunduğu “Yalan ve Meydan Okumayla Geçen On Yıl” raporunda yedi gerekçe açıklanıyor. Yirmi iki sayfalık bu metin başlıca üç kınama konusuna gönderme yapıyor: Bağdat’ın on altı Birleşmiş Milletler kararına uymadığı; Irak’ın nükleer, biyolojik, kimyasal kitle imha silahlarına ve balistik füzelere sahip olduğu ya da sahip olmaya çalıştığı; ve nihayet insan hakları ihlallerinden (işkence, tecavüz, yargısız infaz) sorumlu olduğu.

Diğer dört suçlama şu konuları kapsıyor: Terörizm (2) (Bağdat’ın Filistin örgütlerini barındırdığı ve İsrail’e karşı intihar saldırısında bulunanların ailelerinin her birine 25.000 dolar ödediği iddiası); aralarında bir de Amerikalı pilotun bulunduğu savaş tutsakları; Kuveyt işgali sırasında el konan mallar (sanat eserleri ve askeri malzeme); ve “Petrol Karşılığı Gıda” programının saptırılması.

İleri sürülen bu gerekçeler sonucunda, Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi, 8 Kasım 2002’de, “silahsızlanma sürecinin eksiksiz ve teyit edilmiş biçimde tamamlanması amacıyla güçlendirilmiş bir denetim düzeni” getiren 1441 sayılı kararı oybirliğiyle kabul etti.

Söz konusu kanıtlar, bütün ülkelerin Irak’ı dünyanın bir numaralı sorunu olarak ele almalarını gerektirecek kadar ürkütücü mü? Irak’ı insanlığın üzerine çöken en müthiş tehdit haline mi getiriyor? Kısacası büyük çaplı bir savaşı haklı çıkarabilir mi?

Bu üç soruya Birleşik Devletler ve dostlarından birkaçı (İngiltere, Avustralya, İspanya...) evet yanıtını veriyor. Washington yetkilileri, herhangi bir uluslararası merciin yeşil ışığını beklemeksizin, Irak sınırlarına muazzam bir imha gücüyle donanmış yaklaşık 200.000 kişilik korkunç bir askeri kuvvet gönderdi.

Buna karşın, aynı sorulara diğer Batılı ülkeler (Fransa, Almanya, Belçika...) ve uluslararası kamuoyunun önemli bir kesimi üç kez “hayır” diyor. Kınanan hususların vahametini kabul ediyorlar ama bu suçlamaların aynılarının -Birleşmiş Milletler kararlarına uymamak, kişilik haklarının ihlali ve kitle imha silahları bulundurmak- başta Birleşik Devletler’in yakın müttefiki Pakistan ve İsrail olmak üzere, kimsenin savaş açmayı düşünmediği başka ülkelere karşı da yöneltilebileceği kanısındalar. Ayrıca Washington’un, insan haklarını ayaklar altına alan Suudi Arabistan, Mısır (3), Tunus, Pakistan, Türkmenistan, Özbekistan, Ekvator Ginesi vb. gibi Birleşik Devletler’in dostu pek çok başka diktatörlükle ilgili olarak sessiz kaldığını da gözlemliyorlar.

Öte yandan, on iki yıldır yıkıcı bir ambargoya tabi tutulmuş, hava sahasında egemenliği sınırlanmış, sürekli gözetim altında bulundurulan Irak rejiminin, komşuları için pek yakın bir tehdit oluşturuyormuş gibi görünmediğini düşünüyorlar.

Sonuç olarak, bir türlü bulunamayan silahlarla ilgili bitmek bilmeyen incelemeler konusunda, pek çok kimse Konfiçyüs gibi düşünme eğiliminde, “siyah bir kedi karanlık bir odada yakalanamaz, özellikle de kedi yoksa”. Onlar, Güvenlik Konseyi’ne sunulan raporların da doğruladığı gibi, İsveçli diplomat Hans Blix başkanlığındaki Birleşmiş Milletler Gözetim Doğrulama ve Denetim Komisyonu (UNMOVIC) denetçileriyle Mısırlı uzman Muhammed El Baradey’in başkanlık ettiği Uluslararası Atom Enerjisi Kurumu (IAEA) denetçilerinin, sürekli ilerleme kaydettikleri ve bunun, savaşa başvurmayı gerektirmeden aranılan amaca ulaşmaya, yani Irak’ın silahlardan arındırılmasına olanak sağlayacağı görüşündeler.

Bu sağduyulu görüşü sahiplendiği ve Birleşmiş Milletler salonunda Dışişleri Bakanı Dominique de Villepin’in ağzından bunun kararlılıkla dile getirilmesini sağladığı için Fransa Devlet Başkanı Jacques Chirac, bütün dünyada bu savaşa karşı çıkanların gözünde, Amerikan üstünlüğü karşısında direnmenin canlı simgesi haline geldi. Kuşkusuz bu kıyafet üzerine biraz bol gelse de, Fransa Cumhurbaşkanı’nın birkaç hafta içerisinde kendinden önceki pek az Fransız yöneticiye nasip olmuş uluslararası bir itibar kazandığı da inkâr edilemez. Roberto Rossellini’nin ünlü film kahramanı General Della Rovere (4) gibi, belki Chirac da tesadüfen kendini bu direnen adam rolünde buldu, ama saptamak gerekir ki rolünün gereğini yerine getiriyor.

Amerikan yönetimi ise, bu savaşın haklı gerekçelere dayandığı konusunda ikna edici olmayı bir türlü başaramıyor. Fransa’nın vetosuyla karşı karşıya kalma ihtimali devam ediyor, Güvenlik Konseyi’nde de peş peşe iki kez diplomatik yenilgiye uğradı: İlkin 4 Şubat’ta Colin Powell’ın Irak’a karşı “kanıtları” sunması tam bir fiyasko oldu; ardından 14 Şubat’ta denetçiler nispeten olumlu raporlar sundular ve bu sunum sırasında Blix, Powell tarafından Bağdat’a karşı sunulan “kanıtların” pek çoğunun “temelsiz” olduğunu doğrulamaktan çekinmedi. Aynı gün Dominique de Villepin de şunu ileri sürdü: “On gün önce Sayın Powell, El Kaide ile Bağdat rejimi arasında olduğu varsayılan ilişkilere değindi. Müttefiklerimizle temas halinde yürüttüğümüz araştırma ve istihbarat çalışmalarımızın bugün geldiği noktada, hiçbir şey bu türden ilişkiler saptamamıza olanak tanımıyor.”

Oysa Bin Ladin şebekesiyle Saddam Hüseyin rejimi arasinda ilişki olduğunun saptanması, bu çatışmayı haklı kılmak için tayin edici önemde. Özellikle de iğrenç 11 Eylül 2001 saldırılarının şaşkınlığını hâlâ üzerinden atamamış olan Amerikan kamuoyu açısından.

Bu savaşı haklı çıkartacak, kanıtlanabilir hiçbir gerekçe bulunmadığı içindir ki, her yerde onca insan bu savaşa karşı harekete geçiyor. Ve onun içindir ki, Birleşik Devletler’i bu savaşa sevk eden gerçek nedenleri sorgulamamak elde değil. Bunlar en azından üç tane.

İlk başta,11 Eylül 2001’den beri takıntılı bir hal alan, “uluslararası terörizm” ile bir “haydut devlet” arasında olabilecek her türlü birleşmeyi önleme kaygısı geliyor. Daha 1997’de Başkan Clinton’ın dışişleri bakanı William Cohen şu açıklamayı yapıyordu: “Bölgesel aktörlerin, üçüncü tipte orduların, terörist grupların ve hattâ dini tarikatların, kitle imha silahları edinme ve kullanma yoluyla, orantısız bir güç sahibi olmaya çalışabilecekleri ihtimaliyle karşı karşıyayız (5).” 11 Ocak 1999’da yayımlanan bir bildiride Bin Ladin, bu ihtimalin gerçekten var olduğunu doğruluyordu: “Nükleer, kimyasal ve biyolojik silahlara sahip olmaya çalışmanın suç olduğunu düşünmüyorum (6).” George W. Bush da bu olasılığın kafasını sürekli kurcaladığını kabul etti: “Bütün korkumuz, teröristlerin kendilerine öldürme teknolojisi sağlayabilecek kanun kaçağı bir devlet bulması (7).”

Bu “kanun kaçağı devlet”, Birleşik Devletler başkanının kafasında, Irak’tan başkası değil. 20 Eylül 2002’de belirlenen “önleyici savaş” teorisi de buradan kaynaklanıyor. Eski CIA başkanı James Woolsey bu teoriyi şu şekilde özetledi: “Teröre karşi verilen bu asimetrik savaştan doğan yeni doktrin, “ileri caydırıcılık” ya da “önleyici savaş” doktrinidir. Madem ki teröristler ne zaman olursa olsun, nerde olursa olsun daima gizlice saldırma avantajına sahipler, o halde tek savunma yolu, onları darbe indirecek hale gelmelerine firsat vermeden, bulundukları yerde şimdi enselemekten geçiyor (9).” Elbette, Birleşmiş Milletler’den hiçbir yetki talebinde bulunulmayacak.

İkinci neden, itiraf edilmeyen, Arap-İran körfez bölgesini ve buradaki hidrokarbür kaynaklarını denetim altında tutmak. Dünyadaki bilinen petrol rezervlerinin üçte ikisinden fazlası İran, Irak, Kuveyt, Suudi Arabistan, Katar ve Birleşik Arap Emirlikleri gibi Körfez etrafında yer alan birkaç devletin topraklarının altında yoğunlaşmış bulunuyor. Gelişmiş ülkeler ve özellikle de büyük enerji savurganı Birleşik Devletler açısından bu bölge son derece önemli, büyümelerinin ve yaşam tarzlarının başlıca anahtarlarından biri bu bölgenin elinde bulunuyor.

Bu durumda Körfez ülkelerine karşi girişilecek her müdahale Birleşik Devletler’in “yaşamsal çıkarlarına” yönelmiş bir tehdit olarak değerlendiriliyor. 2002 Nobel Barış Ödülü’nü alan Başkan James Carter, daha 1980’de, bu bölgeye ilişkin Amerikan doktrinini şöyle tanımlıyordu: “Hangi yabancı güçten gelirse gelsin, İran Körfezi bölgesini denetim altına almaya yönelik her türlü girişim, Amerika Birleşik Devletleri’nin yaşamsal çıkarlarına yapılmış bir saldırı olarak değerlendirilecektir. Ve bu saldırı, askeri güç de dahil olmak üzere, gereken her yola başvurularak püskürtülecektir (10).”

Birinci Dünya Savaşı sonunda Osmanlı İmparatorluğu’nun parçalanmasından itibaren İngilizlerin denetiminde bulunan Körfez bölgesinde, 1945’ten bu yana Amerikan etkisinin giderek arttığı görülüyor. Buna karşın Washington’un elinden kaçan iki önemli ülke var; biri 1979’daki İslami devrimden itibaren İran, öteki de 1990’da Kuveyt’i işgal etmesinin ardından Irak. Suudi Arabistan da, 11 Eylül 2001 saldırılarından beri, militan İslamcılıkla olan bağları ve Suudilerin El Kaide şebekesine mali destek sağlamış olma ihtimali nedeniyle, bizzat şüpheliler listesine girdi. Washington, Körfez’in oluşturduğu satranç tahtasında üçüncü bir piyonu daha kaybetmeyi sineye çekemeyeceğini düşünüyor, hele ki bu Suudi Arabistan kadar önemli bir piyonsa. Bunun içindir ki sahte gerekçelerle Irak’ı işgal etmek ve bölgede hakimiyeti yeniden ele geçirmek istiyor.

Askeri zorlukların ötesinde, Saddam Hüseyin’den kurtulmuş bir Irak’ın Amerikan işgal kuvvetleri tarafından yönetilmesi kolay olmayacak. Aklının başında olduğu dönemde Colin Powell, bunun çözülmesi ne kadar zor bir sorun olduğunu görüyordu: “Saddam’ı, yaptığından ötürü istediğimiz kadar önemsemeyebilirdik, Birleşik Devletler onun ülkesini yıkmaya hiç hevesli değildi. Son on yıl boyunca, Ortadoğu’daki büyük rakibimiz Irak değil, İran olmuştu. Biz Irak’ın İran’a karşı bir denge unsuru olmaya devam etmesini istiyorduk. Suudi Arabistan Irak’ın güneyinde Şiilerin iktidarı ele geçirmesini istemiyordu. Türkler de kuzeyde Kürtlerin Irak’ın geri kalanından ayrılmasını istemiyordu (...) Arap devletleri Irak’ın istila edilip parçalanmasını istemiyordu. (...) Sünni, Şii ve Kürt grupları araıinda bölünmüş bir Irak, bizim Ortadoğu’da istediğimiz istikrara katkıda bulunmazdı. Bundan kaçınmanın tek yolu, yirmi milyon kişilik bu uzak ülkeyi fethedip işgal etmek olabilirdi. Amerikalıların bunu arzuladığını düşünmüyorum (11).” Oysa Başkan Bush’un bugün arzuladığı bu.

Bu savaşın itiraf edilmeyen üçüncü nedeni, Birleşik Devletler’in dünya üzerindeki hegemonyasını pekiştirmek. George W. Bush’un etrafındaki ideologların oluşturduğu ekip (Cheney, Rumsfeld, Wolfowitz, Perle vb.), Birleşik Devletler’in emperyal güç olma yolundaki bu yükselişini çok önceden teorileştirmişti. 1980’lerin sonunda da baba Başkan Bush’un çevresindeydi bu kişiler. Soğuk savaşın sonuydu, askeri aygıtın hafifletilmesini salık veren pek çok strateji uzmanının tersine, onlar savaşa dış politika aracı karakterini yeniden kazandırmak amacıyla silahli kuvvetlere çekidüzen verilmesini ve yeni teknolojilerden azami ölçüde yararlanılmasını teşvik ediyorlardı.

“O dönemde” diye anlatıyor bir tanık, “Vietnam sendromu hâlâ canlılığını koruyordu. Askerler ancak herkesin hemfikir olması halinde şiddete başvurmaktan yanaydılar. Mevcut koşullar, şiddet kullanılabilmesi için önceden ulusal bir referandum yapılmasını gerektiriyordu. Pearl Harbor gibi katalizör rolü oynayan bir olay olmadıkça, hiçbir şekilde savaş ilan etmek mümkün değildi(12).” Buna karşIn bu şahinler ekibi, daha o zamandan General Colin Powell’ın da yardımıyla, Aralık 1989’da Kongre’nin de, Birleşmiş Milletler’in de onayını almadan Panama’yı istila etmeyi (binden fazla insan öldü) ve General Noriega’yı devirmeyi başardı.

Aynı adamlar daha sonra da Körfez savaşını yönettiler, savaş sırasında Birleşik Devletler’in silahlı kuvvetleri dünyayı şaşkına çeviren aşırı bir güç gösterisine bulundu.

Ocak 2001’de yeniden iktidara geldiklerinde, bu ideologlar, 11 Eylül saldırılarını uzun zamandır beklenilen “katalizör olay” olarak değerlendirdiler. Artık hiçbir şey onları durduramazdı. Patriot Act yasasını [yurttaşlık yasası] çıkartarak kamu güçlerini özgürlükleri yok edici korkunç bir araçla donattılar; “teröristlerin kökünü kazıyacaklarına” söz verdiler, “uluslararası terörizme karşı küresel savaş” teorisini ortaya attılar, Afganistan’ı fethedip Taliban rejimini devirdiler ve Kolombiya’da, Gürcistan’da, Filipinler’de... savaş birlikleri bulundurmayı tasarladılar. Ardından “önleyici savaş” doktrinini tanımladılar ve bu Irak’a karşı savaşı, propaganda ve beyin yıkama temelinde, gerekçelendirdiler.

Onlar, Washington’un G7’ler, IMF, Dünya Ticaret Örgütü, Dünya Bankası gibi liberal küreselleşme döneminin gerçek iktidar merkezleri üzerinde yoğunlaşmasını kabul ediyorlar... Ama Birleşik Devletler’i çok yanlı siyasal çerçeveden yavaş yavaş çıkarmak istiyorlar. Bu nedenle Başkan Bush’u sera etkisiyle ilgili Kyoto protokolünü, Anti-Balistik Füze Anlaşması’nı (ABM), Uluslararası Ceza Mahkemesi kurulmasını öngören anlaşmayı, antipersonel mayınlara ilişkin anlaşmayı, biyolojik silahlarla ilgili protokolü, küçük kalibreli silahlara ilişkin anlaşmayı, nükleer silahların tamamen yasaklanmasına yönelik anlaşmayı ve hattâ Guantanamo zindanında tutuklu bulunanlar konusunda savaş tutsaklarına ilişkin Cenevre Konvansiyonu’nu bile geçersiz ilan etmeye teşvik ettiler. Bir sonraki adım Güvenlik Konseyi’nin hakemliğini reddetmek olacaktır. Bu da Birleşmiş Milletler sistemini ölümle tehdit etmek demektir.

Bu ideologlar özgürlük, demokrasi, serbest ticaret, uygarlık gibi büyük idealler adına, Birleşik Devletler’in yeni tipte bir askeri devlete dönüşümünü bu şekilde parça parça gerçekleştiriyorlar. Ve bütün imparatorluklarda var olan dünyayı yeniden biçimlendirme, sınırları yeniden çizme, insan topluluklarını terbiye etme hırsını yeniden geçerli kılıyorlar.

Eski zamanın sömürgecileri de başka türlü davranmıyordu. Tarihçi Douglas Porch’un hatırlattığı gibi, onlar “ticaretin, Hıristiyanlığın, bilimin ve Batı yönetimi etkisinin yayılmasıyla birlikte uygarlığın sınırlarının genişleyeceğini ve çatışma bölgelerinin azalacağını düşünüyorlardı. Emperyalizm sayesinde yoksulluk zenginliğe dönüşecek, vahşiler selamete kavuşacak, batıl inançlar yerini aydınlığa bırakacak ve geçmişte sadece kargaşa ve barbarlığın hüküm sürdüğü her yerde düzen kurulacaktı (13).”

Bu son derece üzücü sapmayı önlemek için, Fransa ve Almanya, belli bir Avrupa Birliği fikri adına(14), Birleşmiş Milletler bünyesinde Birleşik Devletler’e karşı düşmanca olmayan bir karşı-denge oluşturma yolunu seçtiler. Dominique de Villepin kesin bir ifadeyle şöyle dedi: “Bir devletin tek başına dünya düzenini sağlayamayacağına ve çok kutuplu bir dünya gerektiğine inanıyoruz(15).”

Böylece yeni bir dünya taslağı şekilleniyor. Yeniden toparlanmayı becerirse Avrupa Birliği ya da yepyeni bir Paris-Berlin-Moskova ittifakı veya değişken daha başka yapılanmalar (Brezilya-Güney Afrika-Hindistan-Meksika) bu taslakta ikinci bir iktidar kutbunu oluşturabilir. Fransa ile Almanya’nın gösterdiği inisiyatif, Avrupa’nın nihayet korkular içinde geçen altmış yılı geride bırakmasına ve siyasi iradeyi yeniden keşfetmesine olanak sağlayan tarihi bir girişim. Öylesine yürekli bir girişim ki, oluşturduğu zıtlıkla, uzun süre vasal konumunda tutulmuş bazı Avrupa ülkelerinin (İngiltere, İspanya, İtalya, Polonya...) ödlek tavrını açığa vuruyor.

Birleşik Devletler, askeri gücüyle egemen olduğu tek kutuplu bir dünyanın rahat ortamına iyice yerleşmeye başlamıştı. Irak’a karşı savaş yeni emperyal iktidarının onaylanmasına hizmet edecekti. Fransa ve Almanya güç konusunda dört etkenin tayin edici olduğunu ona hatırlattılar: Siyaset, ideoloji, ekonomi ve askeri unsur. Küreselleşme, sadece ideoloji (liberal ideoloji) ve ekonominin temel etken olarak görülmesine ve diğer iki etkenin (siyasi ve askeri) artık ikinci derecede önem taşıdığının sanılmasına yol açmış olabilirdi. Bu bir hataydı.

Oluşmaya başlayan dünyanın yeniden yapılanışında, Birleşik Devletler bundan böyle askeri (ve medyatik) unsura bel bağlıyor. Fransa ve Almanya ise siyasete. İnsanlığın üzerine çöken sorunları göğüslemek için onlar kartlarını “sürekli barış”tan yana kullanıyor. Başkan Bush ve çevresi ise “sürekli savaş”tan yana...

(çev. Mine Haksal)

(1) “Tarih tekerrürden ibarettir.”
(2) Bu raporda, Bağdat ile Usame Bin Ladin’in El Kaide şebekesi arasında bağ olduğuna dair hiçbir saptama yoktu; 4 Şubat’ta Birleşmiş Milletler’deki konuşmasında Colin Powell bunu gündeme getirdi.
(3) Birleşik Devletler’den her yıl 3 milyar dolar yardım alan (nerdeyse İsrail kadar) Mısır, yirmi yılı aşkın bir süredir, her türlü sokak gösterisinin yasaklandığı, muhalefetin vahşice bastırıldığı (20.000’den fazla siyasi tutuklu var...), eşcinsellerin ağır hapis cezalarına çarptırıldığı bir ülke. Yirmi iki yıldır iktidarda bulunan General Hüsnü Mübarek, başkanlığı oğluna bırakmayı düşünüyor... Bu diktatörlük yine de, büyük Amerikan ve Fransız medyaları tarafından “ılımlı rejim” olarak tanımlanıyor, diktatör de gayet güzel ahbaplık edilebilir biri olarak görülüyor...
(4) Generale della Rovere (1959) filminde Roberto Rossellini, işgalci Nazilerin partizanların kimliğini saptamak amacıyla, Direniş Hareketi şeflerinden biri olan General Della Rovere kılığına girmeye ikna ettiği bir dolandırıcının (Vittorio de Sica tarafından canlandırılıyor) hikâyesini anlatır; dolandırıcı yavaş yavaş öylesine bütünleşir ki rolüyle, gerçekten direnmeye başlar ve kahramanca ölür.
(5) Alıntılayan Bartélémy Courmont ve Darko Ribnikar, in Les Guerres asymétriques, PUF, Paris; 2002, s. 228.
(6) Aynı yerde.
(7) Birleşmiş Milletler Genel Kurulu’nda yapılan konuşma, 12 Eylül 2002.
(8) bkz. Paul-Marie de La Gorce, “Un dangereux concept, la guerre préventive”, Manière de voir, sayı 67.
(9) El Pais, Madrid, 3 Ağustos 2002.
(10) Alıntılayan Bob Woodward, in Chefs de guerre, Calman-Lévy, Paris, s. 226.
(11) Colin Powell, Un Enfant de Bronx, Odile Jacob, Paris, 1995, s. 414 ve 452.
(12) Bob Woodward, Chefs de Guerre, a.g.e., s. 226.
(13) Douglas Porch, Les Guerres des empires, Autrement, Paris, 2002, s. 16
(14) Bkz. Robert Kagan, “Power and Weakness”, Policy Rewiew, sayı 113, Haziran-Temmuz 2002. Aynı zamanda bkz. Graham E. Fuller, “Old Europe or old America?” International Herald Tribune, Paris, 12 Şubat 2003.
(15) Le Journal du dimanche, Paris, 16 Şubat 2003.
Kaynak: LeMonde Diplomatique